3 Ocak 2010: Lumino'nun "Deniiii... Deniiii" diye seslenmesiyle kendimi kapıda buluverdim. Kahvaltı masasını yumurta, meyve suyu, reçel, ekmek, çay ve kahve ile donatmıştı bile. Birer ceket giyip oturduk yerlerimize. Küba'da kapalı mekan yok; kafeler, restoranlar, barlar hep açık hava. Yemek masaları da balkonlarda tabii. Şansımıza sabahlar ve akşamlar oldukça serin olduğundan biz de yemekleri ceket giymeden yiyemez olduk Vinales’te.
Bugünün gezisi, Lonely Planet rehberindeki bir tura katılmak. Başlangıç noktası birkaç kilometre ilerdeki Valle de Viñales National Park olduğundan Lumino’yla muhabbeti kısa kesip ana caddede bir taksi çeviriyoruz. Turun başlaması gereken yerde kimseler yok. Yoksa bu Lonely Planet gene bize bir oyun mu yaptı? Hemen taksiye tekrar atlayıp Vinales’ın diğer ucundaki La Ermita otelinin turlarına katılalım dıyoruz ve 10 dakikadan az bir zamanda varıyoruz otele. Gerçekten de tüm turistler burada. Biraz bekleme sonunda aradığımız turu bulamıyoruz ve onların önerdiği atlı turist gezisine de katılmak istemeyip kapı önündeki durakta turistler için şehir servisini bekliyoruz bir süre. Onun sayesinde farklı yerlere gidip, inip, gezip tekrar biner ve hemen hemen her yeri görürüz diye düşünüyoruz.
Bizim ilk durağımız Muralla de la Prehistoria. Evrim teorisinin kayalara resmedildiği ve etrafının da restoran, park, bar türü yerlerle çevrelendiği turistik bir mekan. Pek hoşumuza gitmiyor; yani bize göre Vinales dokusuna uymuyor burası, çok turistik ve posh. Yan yolda, ağaçlar arasındaki dar patikadan vadi içerisine doğru yürüyüş yapalım diğer araç gelene dek diyor ve mogotenin etrafında turlamayı düşünüyoruz. Haritada Los Aquaticos işaretli, belki onu da bulabiliriz diye yanımızdan geçenlere soruyoruz. Sonunda at arabası üzerinde genç bir tütün işçisi bizi oraya götürebileceğini söylüyor. Bizden para isteyen bir dolandırıcı mı acaba diye keyfimiz kaçıyor önce; ama adam para istemem diyerek bizi utandırıyor. Ufak at arabasına atlayıp yol denilemeyecek patikalardan yokuş yukarı tırmanıyoruz. Baran adamla çat-pat İspanyolca konuşuyor, bense etrafa bakıp düşmemek için sıkı sıkı tutunuyorum. Muz bahçeleri arasından geçiyor ve bir evin yakınında duruyoruz. Anlaşılan adamın evi; evdekilerle selamlaşıp ayakkabılarını değiştiriyor ve başlıyoruz tarlalar içinde iki ufak köpeği ile adam önde biz gerisinde yürümeye. Bir süre sonra yol iyice karmaşıklaşıyor ağaçların arasında. Baran dönüp “Yolu ezberlemeye çalış, ne olur ne olmaz” diyor. İçimde bir tedirginlik başlıyor. Öyle güzel yerlerden geçiyoruz ki bu tedirginlik yüzünden tam anlamıyla zevk alamıyorum muhteşem doğadan. Keşke tüm parayı yanımıza almasaydık diye geçiriyorum içimden; birşey olduğu takdirde eve dönecek paramız bile olmayabilir dönüşte. Bu düşüncelerle birlikte önce patikalardan yokuş aşağı iniyor, daha sonra mogoteye iyice yaklaşıp tırmanmaya başlıyoruz. Patika zamanla yok oluyor; sanki ilk biz geçiyoruz bu çalılar arasından. Zamanla üzerimizdekileri de tek tek çıkarıyoruz hava gittikçe ısınıyor. Etrafta biz ve bitkilerden başka canlı yok. Yılan korkumu gidermişti Heriberto burada asla olmaz diyerek bir gece önceki muhabbette. Keşke köylülerin güvenirliği hakkında da birşeyler sorsaydık diyorum ki o sırada yüksekçe bir yerdeki mağara ağzına varıyoruz. Neyse ki şimdilik doğru yerdeyiz diye rahatlıyorum tabii doğruluğu ne kadar doğru ise. Biraz oturup soluklanırken yolda bulduğumuz rehberimiz bize bu mogote tepelerinde yaşayan insanlar olduğunu anlatıyor Los Aquaticos’a yıkanmaya gelen. Akraba ve tanıdıkları ancak at binerek onları ziyaret edermiş. Avustralya’daki Aborjinler ve Walkabout* geliyor aklıma.
Mağara önündeki sinekler ısırmaya başlıyor, ben de kaşınmaya. Bize haydi mağaraya inelim diyor; sallapati yapılmış merdivenimsi tahtaları göstererek. Ben hayatta inmem diyorum Baran’a ucu bucağı görünmeyen karanlığı işaret edip. Zaten şimdiden açıkta kalan her yerimi sinekler yedi ve adamın bizi aşağıdaki mağarada bırakıp kaçmayacağı ne malum diye söyleniyorum. Baran’ın da hevesini kırıyorum; ama sen git, birşey olursa ben burdayım diyorum. O da beni mağara ağzında yalnız bırakmak istemiyor. Vazgeçiyoruz Los Aquaticos kaynağına inmekten. Rehberimiz de üzülüyor suyu görmediğimize. Geriye dönüş yolunda artık daha rahatız, rehberimize güven duymaya başlıyoruz. Evine vardığımızda 6CUC bahşiş verip vedalaşıyoruz. Biraz da adam hakkında kötü düşündüğümüz için kendimize kızıyoruz. Modern dünya insanları olarak güvensizlikten kaynaklanan bu huzursuzluk içimizde bizi taa Küba’da, Pınar Del Rio’nun Vinayes mogoteleri arasındaki uçsuz bucaksız doğada bile yalnız bırakmıyor.
Muralla de la Prehistoria’ya geri dönüp servise biniyor ve Cueva del Indio’ya varıyoruz. Az önceki Los Aquaticos’tan öyle farklı ki, turist otobüsleri ve turistler canımızı sıkıyor. İçeri girmekten vazgeçip yol kenarından Vinales’e doğru yürüyor; bahçesinde büst olan okullar, verandasında iki sallanan sandalyeli tahta evler, 1950’lilerden kalma arabalar, at binen köylüler, yol kenarına bağlanmış keçiler, koyunlar ve tütün bahçeleri eşliğinde Cueva de Santo Tomás’a varıp mola veriyoruz. Arkamızda Çinli bir kız olduğunu farketmiştik önceden; molada kız yanımıza gelip “Hi” diyor. Anlaşılan turistlerden kaçış yok burada bile. O sırada başlayan yağmurdan dolayı güneşten korunmak için yapılan tahta şemsiye altındaki bir çifte yaklaşıp biz de onlara “Hi” diyerek şemsiyelerine sığınıyoruz; artık 5 turistiz. Çinli Yuna, tek başına İngiltere’den kalkıp gelmiş gezmek için. Sürekli Küba’nın geri kalmışlığından, yemeklerinden, insanlarından şikayet ediyor şemsiye altında. Diğer çiftin de Arjantinli olduğunu öğreniyoruz; nihayet o sırada camları olmayan aracımız geliyor. Esen rüzgar ve çarpan yağmur damlalarıyla üşüyoruz şimdi de. Vinales girişinde Casa de Caridad Botanical Gardens var; şoföre rica edip iniyoruz. Böylece turistlerden de kaçtık.
Botanik bahçe, yardımseverlerin gayretiyle oluşturulmuş. İçinde muz ağaçlarından palmiyelere, adını bilemediğimiz nice tropikal ve rengarenk bitkilerin yer aldığı bir ufak bahçe. Türkiye’de salonlarda görmeye alışık olduğumuz bazı bitkiler, burada ağaç olmuş. Sahibine bahşiş önerdiğimizde önce makbuz kesip sonra bize kaldığı evin içini de gösterdi. Sonrasında tabii ki meydana ve ardından Patio del Decimista’ya gittik müzik eşliğinde bir yorgunluk kahvesi içmeye. Eve dönerken Trinidad yolculuğunu ayarladık; malesef bu sezon yer bulmak zordu otobüslerde.
Lumino, isteğimiz üzerine o akşam balık pişirmiş. Öncesinde çorba, yanında siyah fasülyeli pilav, muz kızartması, tamales, salata ve sonrasında Baran’a özel papaya tatlısı. Tamal bize en fazla değişik gelen oldu. Heriberto’yu çağırıp nasıl yapıldığını tarif etmesini istiyoruz. Mısır kabukları içine hamur ve mısır karışımı iç malzemeyi yerleştirilip pişirmiş Lumino. İlk kez yediğimizi duyunca şaşırıyorlar; papaya, guava, ananas gibi meyvelerin Türkiye’de yetişmediğini duyunca neler yetiştiğini duymak istiyorlar. Ayva, armut, nar onlara yabancı geliyor. Sonrasında Lumino’ya gezdiğimiz yerleri anlatıyoruz neşeyle. Heriberto’ya bakıyor anlamadığı yerlerde tercüme yapsın diye. Sonra onlar da bildiklerini ekliyorlar; örneğin 2008 Gustav** kasırgasında botanik bahçesinin nasıl korunduğunu. Daha sonra bize evinde ağırladığı müşterilerini ne kadar sevdiğinden bahsediyor, bazı komik hikayelerini anlatıyor onlarla ilgili. Ziyaretçi defteri tutuyormuş her gelene bir sayfa yazdırarak ve oğlu Heriberto’ya beni bu defterlerle beraber göm diye tembihliyormuş. Üçüncü defterini doldurmuş bile şimdiden. Her birini hatırlıyor yazılanları okuyamasa da; çünkü yazılanlar herkesin kendi dilinde genelde. Bu muhabbetlerle o akşam öyle çok yiyoruz ki Lumino gücenmesin diye, yemekten sonra sırt üstü beş dakika yatayım diyor ve sabaha dek kalkamıyorum.
* Walkabout; Ergenlik çağına gelen Avustralya Aborjinleri’nin manevi ve dinsel olarak olgunlaşmalarına neden olacağı düşünülen 6 ay süren yolculuk.
** Gustav Kasırgası; 2008 yazında Küba’da Isla de Juventud ve Pınar del Rio bölgelerinde saatte 240km hızla esen rüzgarla kendisini göstermiş 4. şiddette kasırga. Selden korunmak için 250 bin kişi evlerini boşaltıp güvenli yerlere alınmış ve 500 binden fazla tütün yaprağı çuvalları da güvenli ve kuru bölgelere taşınmış. 90 bin ev yıkıldığı halde can kaybının görülmediği Pinar del Rio’da, görünen o ki Küba kasırgalarla başa çıkmasını öğrenmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder