31 Aralık 2009 Perşembe

Küba Günlüklerim - 1. Gün



31 Aralık 2009: Alacakaranlıkta uyandığımda ilk an neredeyim karmaşası yaşadım ve Havana’da olduğumu farketmem birkaç saniyemi aldı. Hemen pencereye koşup ayın okyanusa yansımasına taa ufukta Miami’nin ışıklarını görebilme umuduyla baktım 9. kattan. Ay ışığında manzara çok güzeldi. Hemen yatıp uyudum tekrar heyecanla karışık mutlulukla.


Sabah 7 civarı arabaların gürültüsü, horozların ötüşmesi, çocukların bağrışması, alt kattan gelen reggaeton* tarzı müzikle açtık gözlerimizi. Şaşkındık bu sesler karşısında; Londra’da çıt çıkmayan sabahın körü denen bir saatte bu şehir çoktan hayata başlamış. Hemen pencereye koştuk tekrar ve bu seferki manzara bizi dumur etti. Çok eskiydi herşey çok. Gece görünmeyen yıkıntı, çirkin, eski ve pis görüntü güneş altında iyice parlamıştı. Çatılar beton dökülmüş bahçelerdi. Birinde çocuklar top koşturuyor, diğerinde köpekler aşağıya havlıyor, bir başkasında tavuk-horoz geziniyor; ama çoğunda rengarenk çamaşırlar sallanıyor. Havana daha ilk dakikadan itibaren herşeyi ile rengarenkti bize.

Çatpat anlaştığımız yabancı dillerle Nazım Hikmet muhabbeti sonrasında Vinales’teki casayı bizim adımıza arayıp 3. gün orada olacağımızı söylemesini rica ettik. Casalar müşteri olmasa da devlete vergi verdiklerinden geç vakit ulaşacağınız zaman mutlaka arayıp haber vermeniz gerektiğini okumuştuk gelmeden önce. Yoksa sizden önce giden birine odanızı verebilirler. Güzel casa’mızın bayan sahibi Amerika’ya çocuklarını ziyarete gitmiş olduğundan eşi Manuel bize kahvaltı veremeyeceğini söyledi. Kahvaltı olmamasının verdiği hayal kırıklığıyla – çünkü trip advisor yorumlarında çok güzel kahvaltı hazırladıkları yazılı – ama yaz havası coşkusuyla kendimizi sokağa attık. Hemen 100m ilerde Prado üzerinde tek canlı yer görünen kafeye kahvaltı etme umuduyla oturduk. Garson kız hem bizi süzdü uzunca hem de kahvaltı olarak jambonlu-peynirli sandviç, meyve suyu ve kahve verebileceğini söyledi. Bahşişle birlikte 12CUC bırakıp Havana’nın çok da ucuz olmadığını düşünmeye başladım. Domuz eti yememe lüksümüzün bazen olmadığını ise daha sonraları farkedecektik. Kapının önünde biri bizi durdurup nereli olduğumuzu, ne zaman geldiğimizi ve nerede kaldığımızı sorduktan sonra, bize 10 metre ilerdeki köşede peso ile satış yapan barakayı gösterip cebinden Cuban peso çıkarttı ve bizden de CUC istedi. İkisini karşılaştırıp bize farkını anlatırken aklımdan buraya gelmeden önce okuduğumuz dolandırıcılık hikayeleri geçti. CUC isteyip sonra el çabukluğuyla sana peso geri verenler gibi... Baran da bunu farketmiş olmalı ki adam sözünü bitirir bitirmez verdiği parayı adamın elinden geri çekti hızlıca. İlk jinetero (Küba'da turistleri kandırarak para almaya çalışanlara verilen ad) maceramızı kazasız atlattık diye konuştuk hızla Devrim Müzesi’ne (Museo de la Revolución) doğru ilerlerken.

Havana’da görülmesi gereken ilk ve en önemli müze listemizde Devrim Müzesi. Askerlerin, etrafında 24 saat nöbet durduğu bir yer. Küba tarihine kısaca göz atmak için adım atılması gereken ilk noktalardan biri. Bahçesinde devrim çatışmaları sırasında kullanılan araçlar ile Fidel ve Che de dahil olmak üzere 81 devrimciyi 1956’da Küba’ya taşıyan camekanla çevrili Granma adlı 18 metrelik tekne de bulunmakta. Camekanın nedeni ise; Kübalılar’ın onu çalıp Amerika’ya kaçmasını önlemek! Yaklaşık iki saatimizi geçirdikten sonra kendimizi sokaklara atmaya karar verdik. Lonely Planet rehberindeki Old Havana yürüyüş turunu yaparak etrafımızı tanıyalım istedik. Yanımızdan geçen herkes “Hola!” diyerek bizi selamlıyor. En çok gördüğümüz manzara sokakta bütün domuz çeviren insanlar. Uçakta tanıştığımız Carlos geldi aklımıza; yılbaşı gecesine hazırlık olmalıydı bu domuz çevirme...




 Empedrado sokağında elinde yarım purosuyla yanımıza gelip sarılan ve fotoğraf çektiren orta yaşlı kadının bu samimiyetinin nedeni muhabbet sonunda para isteyecek olması. Bu tür şeylere alışmamız birkaç saatten fazla sürmedi. Her bize yaklaşan tokalaşıp tanışıyor, sorular soruyor, önerilerde bulunuyor; ama konuşma sonunda da ya çocuğum var birşey al, ya sigara var gel satayım, ya da salsa festivali var gel götüreyim diyordu. Bu tür kandırmacaları Küba’ya gelmeden önce internette okumuş olmamıza rağmen bu samimi insanlara arada bir biz de kanmadık değil. Kötü bir amaçları yoktu; ama öyle sıklıkla oluyordu ki bir süre sonra “off” dedirtiyordu. Tabii ilk bakışta turist olduğumuz anlaşıldığından ilk gün epey bir rahatsız edildik.

Mercaderes caddesi üzerinden Vieja meydanına, Obispa’dan Katedral meydanına tüm sokakları dolaştık bakına bakına. Herkes sokaklarda. Her evin balkonundan müzik sesleri yayılmakta. Hep mi böyle bu Küba yoksa yılbaşı gününe özgü mü bu neşe? Katedral meydanı o gece en paralı turistleri ağarlayacakmış yeni yıl nedeniyle. Masalar, sandalyeler, örtüler, çiçekler, sahneler, ışıklar ve müzisyenler hazırlanmaktaydı akşam ziyafetine. Küba’nın ünlü meydanında bir gelenekmiş bu yemek, kişi başı 100 CUC’tan başlayan. Tabii ki halkın geleneği değil, otel sahiplerinin, müşterilerine sattığı bir gelenek! Akşam gelir bakarız ortama diyerek sokak aralarındaki turumuza devam ediyoruz. Obisba üzerinde ne arasak var; turizm ofisi, döviz bürosu (Cadeca), şişe su satın almak için marketler, peso pizzacıları, hediyelik eşya pazarı. Hemen yanımızdaki sterlinglerin bir kısmını CUC’a, CUC’un az bir kısmını da halkın kullandığı pesoya çevirttirdik. Bitki kokuları satan dükkandan Plaza de Armas kitapçılarına, Plaza de San Francisco de Asis'e ve civardaki Dünya mirası koruması altındaki ara sokaklara dalıp çıktık. Bir iki adımda farketmeden kendimizi Dünya mirası sokaklarından halkın sokaklarında buluyorduk. Herşey içiçe burada. Çikolata Müzesi (Museo del Chocolate) önündeki kuyruğa biz de katılarak bir süre bekledikten sonra içeri girip Kübalılar’la birlikte meşhur çikolatasından içip ve Kübalılar gibi ödedik hesabı da. Çok hoşumuza gitti bu iş. Çıkar çıkmaz Obisba üzerinde peso ile pizza satan küçük dükkanları arayıp bulduk ve 10 pesoya (0,56 YTL) peynirli ve domatesli sokak pizzasını paylaştık. Bir bütün pizza yememek benim fikrimdi; çünkü yağı, peyniri bize dokunur diye korkuyorum daha ilk günden mide ve barsaklarımız bozulmasın diye.




Hemen hemen her yer birbirine yakın Old Havana’da. Gezi kitabında San Rafael’de Havanalılar’ın bol olduğu, lokallere hizmet eden yeme-içme yerleri ve dükkanlar bulunduğu yazıyordu. Biz de Obispa’da yönümüzü oraya çevirdik. Bu sırada saat farkından ötürü Türkiye yeni yıla girmek üzereydi. Hemen ailelerimizi arayıp iyi yıllar diliyoruz sevinçle; ve o an saatlerin 12'yi vurduğu anın o kadar da önemli olmadığını farkederek üzüldüm. Ailemiz yeni yıla girmiş, 2 saate kadar evimiz de yeni yıla girecekti; ama bizim önümüzde daha 7 saat var resmi 2010'a. Bunları konuşurken Parque Central’e geldik. Jose Marti anıtının merdivenlerine oturup meydanın tarihçesini okuyacaktık ki, hemen bir görevli gelip bizi oradan kaldırdı. Yasaktı demek, biz de bir banka oturup etrafımızı izliyoruz. Yanımızdaki bankta oturan bir bayan bizimle muhabbet etmeye başladı. Nereli olduğumuzu söylediğimizde elindeki kitaptan sayfa göstererek Türkiye’yle ilgili bilgisi olduğunu söyledi ve Türkiye’nin coğrafi yerini öğrenmek için ise bizi sorgu yağmuruna tuttu. İlerleyen dakikalarda anladık ki kadın, Hristiyan dini ile ilgili bir kitap okuyordu ve dinlerin yayılması sırasında Anadolu’da geçen hikayelere de yer vermekteydi okuduğu kitap. İspanyolca bilmediğimden konuya dahil olamadım. Etrafta Hotel Inglaterra, Gran Teatro de la Habana ve tabii ki tüm haşmetiyle Capitolio boy gösteriyor. Daha sonra içlerini gezeriz diyerek esas caddemize yöneliyoruz kadına iyi günler dileyip.

San Rafael’e girer girez de hayatımızın kandırmacasıyla karşılaşıyoruz. Şöyle gelişiyor olaylar: 20’lerinde hoş ve bakımlı Kübalı bir çift yanımıza gelip sigara için ateş ister. Bu sırada sıcak bir muhabbete başlayıp bizim dil bilmediğimizi, turist ve Türk olduğumuzu, nerde kaldığımızı vs öğrenirler. Samimiler. Bize yolun sonunda bir barda salsa festivali olduğundan bahsedip oraya da uğramamızı önerirler. Siz gitmiyor musunuz diye sorduğumuzda, “Biz birilerini bekliyoruz, sonra geliriz, orada görüşürüz” derler. Biz de bugün bu salsa festivalini defalarca duymuştuk farklı insanlardan ve bu kişilerin de samimiyetine güvenerek gidelim bakalım şu festivale neymiş deriz. Birkaç yüz metre ilerledikten sonra bir dükkandan yine 20’lerinde üstü başı temiz, takım elbiseli bir genç fırlar ve telaşla yanımıza gelip bize “selamın aleyküm” der; tabii ki şaşırırız. Sonra bizim casa sahibini tanıdığını, bizim oraya girip çıktığımızı gördüğünü, Türkiye'den geldiğimizi bildiğini söyler. Gene şaşırırız; ama burası Küba ve herkes birbirini tanıyabilir. O salsa festivalinden bahsedince biz de o tarafa gittiğimizi söyleriz. Beraber yürümeyi teklif eder, kendisinin de oraya gittiğini söyler. İyi görünümlü, bakımlı, konuşması oldukça düzgün birisidir. Yol ilerledikçe muhabbet ilerler, bir şekilde bizi daha ücra, ara sokaklara götürür. Biraz tedirgin olmaya başlarız. Baran'ın güveni giderek azalır, adamın açığını bulmak için uğraşır ki, "Demek bizim casa sahibini tanıyorsun, çok iyi bir insan Alberto, değil mi?" der. O da onaylar; tabii o an Baran yolun ortasında aniden durur, "Kusura bakma, biz fikir değiştirdik, daha sonra bakacağız festivale" der ve 180 derece geri dönüp yürümeye başlar elimden çekerek beni tekrar San Rafael'e doğru. Olmayan İspanyolcamdan dolayı olayların böyle geliştiğini sonradan anlattı Baran, elbette ki bizim casa sahibi Alberto değil Manuel idi. Epey bir ilerledikten sonra arkamıza baktığımızda, o dükkandan çıkan genci, San Rafael girişinde bizle tanışıp muhabbet eden çiftle birlikte görüyoruz. Üçü beraber yeni kurbanlarını belirlemek üzere tekrar yola koyulmuşlar bile. Bizse teşkilatlı dümene** gelmemenin neşesiyle Malecon'a çıkıp okyanusa selam veriyoruz ilk günümüz batmadan.

Deniz havası ve güneş burada yaşamanın en güzel yanı olsa gerek, Türkiye'den alışık olduğumuz; ama İngiltere'de hasret duyduğumuz. Sahilde Av de Italia'dan Prado'ya doğru yürüyüp Aşıklar Parkı (Parque de los Enamorados) ile devrimci eczacılık öğrencileri anısına yapılan anıtı gezip ve casamıza geri dönüyoruz. Terasta sallanan sandalyelere uzanıp yorgunluk atarak yılın son fakat en güzel manzarasını izleyerek dinleniyoruz.

Yılbaşı gecesi için iyi bir yerde yemek bulamayacağımızın farkındayız, fazla hayal kurmadan Prado üzerinden Obispo boyunca barlara gire çıka, ilk Küba mojitolarımızı*** içtik. Yemek için Plaza Vieja'daki Taberna de la Muralla'yı seçtik. Yer bulmak zor oldu ama bekleyen derviş misali müzisyenlerin tam önündeki masamızda birbirinden değişik, biralı rum kokteylleriyle kendimizi şımartıp, gençlerin salsa danslarını izliyoruz. Meydanın diğer köşesindeki etrafı çitle çevrilmiş turistlere özel yemekli alanda müzik grupları sahneye çıkmaya başlamış bile. Biz de çitler etrafındaki Kübalılar'ın arasına karışıp dans ediyoruz. Evlerinin pencerelerinde, balkonlarında dans edenler fotoğraf makinelerinin bir bir patlamasına neden oldu bir anda. Biraz orada takıldıktan sonra Katedral meydanına gidiyoruz. Orası daha kalabalık. Saat 00:00'ı gösterdiğinde nerede olacağımıza bir türlü karar verememiş, hatta bu nedenle stres olmaya bile başladık biraz da alkolün sayesinde. Her sokak köşesindeki canlı müzik birbirinden güzel de olsa, hangi köşede duracağımıza karar verememiş de olsak 2010'a girdiğimiz an önemli olacak tek şey birbirimizdik öncelikle; tabii sonra da yılbaşına Havana'da girdiğimiz!

Vieja meydanında saatler geceyarısı olduğunda hayatımda gördüğüm en etkileyici sahnelerden biri yaşandı. Tüm garsonlar ve mutfakta çalışanlar ellerinde eldivenleri, başlarında aşçı kepleriyle kendilerini mutfaktan dışarı, meydana attılar ve dans etmeye başladılar. Büyük bir rum şişesi de elden ele gezmekte. 100 CUC veren misafirlerin masaları çevresinde kendilerinden geçip yorulana dek dans etti her biri. Hayretle onları izledik hem biz hem de para verip de onlar kadar eğlenemeyen turistler. Zaten daha sonra neler oldu tahmin etmek zor olmasa gerek; çitler kaldırıldı, Küba halkı kendini eğlenceye verdi ve turistler çoktan masalarını terkedip otellerinin diskosuna gitti. Biz de Cafe de Paris'te geceyi yine canlı müzik ve mojito eşliğinde bitirdik. Fakat oraya varana dek, pencerelerden balkonlardan üstümüze su atmayan ev ahalisi kalmadı. Küba'da bir yeni yıl geleneği daha; eski yılın tasaları bir kova su olarak evin balkonundan aşağıya dökülür; özellikle de aşağıdan birileri geçerken, özellikle de turist olanlar.


* Reggaeton; kökleri Panama'dan çıktığı halde Puerto Rico'da yayılıp ünlenen İspanyolca raggae tarzı müzik. Latin Amerika'yı 90'larda etkisi altına alan bu tarz müzik, 2009'da Küba'da en çok dinlenen müzik olduğundan yetkiler tarafından Neo-liberal ilan edilen bu müziğe karşı alarma geçilmiş.

** Bu tür kandırmacalarda sizi bir kafe, bar, gece klübü tarzı bir yere götürüyorlar ve içki ısmarlatıyorlar imiş ya da hesap 2 kişilik değil de duruma göre kaç kişiyle gittiysen o kadar kişilik gelmekteymiş. Bir bakıma bara getiren komisyonunu alıyor. Daha ciddi suç (silah veya kesici alet kullanma, adam kaçırma, güç kullanma vs) oranı oldukça düşük bir ülke cezaların ağırlığından ötürü.

*** Mojito; doğum yeri Küba olan ve mohito diye okunan bir çeşit alkollü içecek. Ana maddesi beyaz rum olmak üzere misket limonu, maden sodası, şeker ve nane. Ferahlatıcı bir yaz içeceği, tam Küba'ya göre.

1 yorum:

esra jauch dedi ki...

bu sene bir Kuba dusunuyordum, acaba degisiklik var midir?