5 Ocak 2010 Salı

Küba Günlüklerim - 6. Gün

5 Ocak 2010: Tatildeyiz demeden sabah 6’da kalkıyoruz; Trinidad’a gitmek için ayarladığımız taksi saat 7 civarı bizi almaya gelecek çünkü. Salı günleri hariç hergün Vinales’den Trinidad’a Viazul işliyor. Salılar için de 4 kişiye özel taksiler ayarlanıyor hemen hemen otobüsle aynı fiyata denk geliyor. Yoksa önce Havana’ya oradan da Trinidad’a geçmemiz gerek yolu biraz uzatarak. Lumino’nun enfes kahvaltısı sonrası yanımıza verdiği bir şişe guava suyunu da alıp uzun bir vedalaşma sahnesi yaşıyoruz. Hatta Baran dayanamayıp tekrar tekrar sarılıyor Lumino’ya yakın bir akraba misali. Lumino da bize “Seneye sizi bebekle bekliyoruz, siz gezersiniz ben bebeğe bakarım” diyor bir anne gibi.

Tesadüfen arabada birkaç gün önce karşılaştığımız Arjantin’li çift var Trinidad gezisinde bize eşlik edecek olan. Onların hem İspanyolca hem de İngilizce bilmeleri sayesinde şöforle ilişkimiz kesilmiyor yaklaşık yedi saatlik yol boyunca. Malia ve Gabriel ile tanışıyoruz ve arka koltukta sıkışıp kaynaşıyoruz iyice. Bir aylığına gelmişler Küba’ya; kıskanıyoruz tabii. Arjantin’de Sosyoloji üzerine master yapıyorlar ve üniversite öğretim görevlileri aynı zamanda. Malia üniversite değişim programıyla Avrupa’da yaşamış bir sene, İngilizcesi oldukça iyi. İkisi de başta Che Arjantin kökenli olduğundan Küba’dalar. Bir de sosyoloji okuduklarından komünist düzende yaşayan insanları gözlemlemek amaçları. Bu sebeple genelde bizim gibi turistlerden kaçıp halk arasına karışmışlar seyahatlari boyunca. Tek lüksleri bindiğimiz bu taksiymiş iki haftadır süren yolculuklarında. Trinidad sonrasında Che ve adamlarının Küba’nın güney doğusunda Sierra Maestra’dan başlayan yolculuk güzergahında, ormanlar-parklar içinde bir tur yapmayı düşünüyorlar. Yolculuk boyunca konuşacak çok şey buluyoruz; ama sıcaktan yorgun düşünce birbirimize yaslanıp uyuduğumuz da oluyor. Baran ve Gabriel uzun boylu olduklarından sırayla öne geçiyorlar her molada. Vinales’ten Havana’ya doğru gittikçe kapalı ve serin hava yerini sıcak ve bunaltıcı havaya bırakıyor. Öğle civarı yol üzerindeki köylerden birinde duruyoruz. Bütün domuz çeviren bir adamın tezgahında uzun kuyruklar oluşmuş ekmek arası domuz eti almak isteyenlerden. Şoför de sıraya giriyor; Arjantinliler de inip hemen alıyorlar birer domuz etli sandiviç. Biz de alsak mı derken o sırada domuz ve ekmekler üzerinde gezinen sinekleri görünce iştahımız kaçıyor. Trinidad’a az kaldı diyerek Londra’da depoladığımız bisküvilerle idare ediyoruz. Hayat kurtarıcı bu abur cuburlar burada. İyi ki forumları okuyup almışız yanımıza.

Havana’nın biraz güneyinden geçerek ilerlediğimiz rotamızda güzel ve eski bir şehir olan Cienfuegos’a geliyoruz Trinidad yolunda. Burası da Trinidad kadar ünlü, turistik ve dünya mirası listesinde. Denize tekrar yaklaşmış olduğumuzun belirtisi soluduğumuz havada. Bu yolculuk sırasında bir kez daha Küba’yı gezmek için araba kiralamadığımıza memnunuz. Yollarda ne bir tabela, ne yön gösteren oklar ne de trafik işaretleri var.

Trinidad’da kalacağımız yeri Lumino ayarladı. Küba’da her casa sahibinin başka şehirlerde tanıdığı casa’lar var müşterini paslaştığı. Birbirlerini yüzyüze tanımasalar da telefon vasıtasıyla biliyorlar ve kendi misafirlerinin ne yöne gideceklerini öğrendikten sonra önerilerde bulunuyorlar. Lumino bize arkadaşında yer olmadığını; ama arkadaşının bize başka bir yer ayarladığını söylemişti. Sabah şoföre de bizzat kendisi adresi tarif etmişti. Taksici bizi arnavut kaldırımlı Trinidad sokaklarından geçirdikten sonra, yüksek kırmızı tahta kapılı bir casa önünde bırakıyor. Malia ve Gabriel ile kısaca vedalaşıyoruz yine görüşürüz buralarda diyerek. Casa sahibi yaşlıca bir adam; bizimle tanıştıktan sonra haydi bakalım diyerek çantaları yüklenip asıl casa’mıza, Casa Elda'ya doğru yola koyuluyoruz. Adam önde biz arkada epey bir yürüdükten sonra Santa Ana kilisesi karşısında bahçeli tek katlı bir eve giriyoruz. Tipik Trinidad evi olmaması canımızı sıkıyor ilk etapta. Orta yaşlı kısa kıvırcık saçlı, hareketleri ağır ama gülümseyen bir bayan (Elda) ve eşi Felix ile tanışıyoruz. Odamızı gösteriyorlar; hayli geniş, örtü ve çiçeklerle süslü bir oda bahçenin bir kenarında. Yemek masası avluda, etrafında büyük akvaryumlar var içinde renkli balıklar yüzen. Elda bizi merdivenle çatıya çıkarıyor, manzara da odaya dahil. Şimdilik herşey iyi görünüyor; ama Lumino’dan sonra hiçbir casa sahibine ısınamayacağımızı anlıyoruz. Casa sahipleri genelde evin hanımı; casa isimleri de evin hanımının ismi. Ev sahipleriyle tanışma faslını geçip odaya kaydımızı yaptırdıktan sonra dolaşmak için dışarı atıyoruz kendimizi. Tabii öncesinde Elda’dan bize akşam için yemek hazırlamasını rica ediyoruz.


On dakikadan az bir yürüyüş mesafesinde şehrin göbeği; Plaza Mayor. Havana ve Vinales sonrasında burası bambaşka bir yer. Aynı ülkede bu kadar farklı mimari, farklı ülkeler tarafından işgaller’den* kaynaklanıyormuş. Buraya da Fransızlar gelip yerleşmiş Haiti’deki isyandan kaçıp. Evler yüksek tavanlı, küçük pencereli, renkli tahta kapılı genelde. Trinidad’da da Havana’daki gibi dolandırıcılar olduğunu okuyup dinlemiştik hep; ama buradakiler bizi pek rahatsız etmiyor. Kimbilir belki de biz alıştık. Biraz arnavut kaldırımlı dar sokaklarda dolaştıktan sonra, ki Trinidad da bir açık hava müzesi gibi, şimdilerde müze, 1500’lerde zengin bir şeker tüccarının evi olan geniş avlulu yapıya doğru ilerliyoruz. Saat 5’e yaklaştığından görevli bayan içeriye girmemize izin vermiyor; ama biz biraz ısrar biraz da rica ederek kendimize bilet kestiriyoruz. Amacımız kuleye çıkarak Trinidad’ı kuşbakışı tanımak. Biraz sıra bekledikten sonra dar, tahta merdivenlerle yukarı çıkıyoruz ve muhteşem manzara bizi bekliyor orada. Tüm gün arabada tıkılmışlığın acısını çıkartıyoruz; kuşlar bir gösteri yapıyor uzaklarda dağlara doğru, gün batıyor diğer yanda denize. Aşağıda Trinidad sokakları cıvıl cıvıl rengarenk. Müzik sesleri yayılıyor her yönden aynı ritim farklı ezgilerle. Yorgunluk gidiyor, ferahlıyoruz. Aşağıya inip sokak arasında bir kafe buluyoruz bol turistli. İçerisi çok güzel döşenmiş. Toprak kaplar içerisinde rom, limon ve şekerle yapılan bir içki servisi var. Onu yudumlayıp tabii ki bir köşede çalan canlı müziği dinliyoruz yine.

Evde Elda yengeç hazırlamıştı bize. Lumino kadar çok ve çeşitli yapmasa da, yanındaki mezeler ve salatalar ile ideal bir akşam yemeği yiyoruz. Hava gün batımında serin buralarda da. Yemek masası ise avluda. Buradaki ailenin asmalı konak tarzı bir evi ve kültürü var gibi geliyor bize. Elda ve Felix dışında ailenin araba tamircisi (tamirhane de evin diğer ucunda) oğlu ve gelini iki yaşındaki bebekleriyle evin bir odasında yaşıyor. Öte yandan oğlunun ilk eşinden olan on yaşında bir erkek çocuğu da burada yaşıyor ve cici annesiyle araları oldukça iyi. Evin gelini gündüz çalışıp akşamları çocuklarla oyunlar oynuyor. Biz bahçede yemeğimizi yerken, onlar da aynı vakitlerde mutfakta yiyorlar yemeklerini. Önce çocuklar, sonra erkekler ve en son da kadınlar sırasıyla.


Giyinip süslenip, montlarımıza da sıkıca sarınıp Plaza Mayor yolunu tutuyoruz. Kilise yanından geniş bir merdivenle yukarı doğru giden çıkmaz sokak geceleri açık hava barına dönüşüyor Casa de la Musica adıyla. Dileyen (tabii ki turistler) masalara, dileyen merdivenlere oturuyor. Canlı müzik yapan kalabalık orkestranın müziği şehrin sokaklarında yankılanıyor. Biri turist biri Küba’lı eşler pistte salsaya başladı bile. Trinidad’ın da salsa ve gece hayatı meşhur. Tüm gençler burada, adım atmaya yer yok. Bar önünde epey bir sıra bekledikten sonra birer sek rom alıp plastik bardaklarda, Pinar del Rio’dan satın aldığımız puroyu yakıyoruz denemek için. Ben sevmiyorum pek; ama Baran az da olsa havaya giriyor bir Baba 3 misali tüttürüyor dumanı. Üşüyünce biz de kendimizi piste atıyoruz; kime ne onlar kadar güzel salsa yapamıyorsak? En azından çabalıyoruz. Daha sonra ilerdeki merdivenlerde oturan yolda beraber geldiğimiz Arjantin’li çifti görüp yanlarına gidiyoruz. O sırada sahnede çoğu zencilerden oluşan dansçılar var. Kölelikten bugüne gelişlerini anlatan uzun ve güzel bir gösteri sergiliyorlar. Burada da birkaç şarkı arası para toplama veya cd satma olayı var; ama hakediyorlar. Bu tür gösterilere bilet almak için Avrupa’da bir dünya para ödeniyor.

* Küba’nın işgalleri: Christopher Columbus tarafından 1492’de keşfedildiğinde İspanyollar sahip çıkıyor adaya ta ki 1762’de Havana İngilizler’in hakimiyetine geçene dek. 1900’lere dek Amerika ve İspanya Küba için sürekli savaşıyor. Yerli halk İspanyollar’ı sevmese de şeker ve tütün yetiştirmeyi onlardan öğreniyor. Hatta Afrika’dan köleler getiriliyor yeterli iş gücü sağlansın diye. Havana’nın işgali sırasında İngilizler de yanlarında kölelerini getiriyor dışarıdan. 1791’de Haiti de köle sayısı soylu sayısını geçip de devrim olduğunda Haiti’den kaçan Fransızlar soluğu Küba’da alıyorlar ve onlara Avrupa’da Türkler’den öğrendikleri kahveyi ve nasıl yetiştirileceğini öğretiyorlar. Küba 1800’lerde şeker sayesinde altın devrini yaşıyor. Daha sonra ise köleleğin kaldırılması, Amerika ve bağımsızlık mücadeleleri ile bugünlere geliyor.

Hiç yorum yok: