Şehirden uzaklaşıp önce ana yola çıkıyor, oradan da Topes de Collantes yönüne tırmanmaya başlıyor kamyon. Virajlı yollarda kamyon üzerinde bir sağa bir sola sallanıyoruz ve iyi ki de montları yanımıza almışız. Herkes birkaç kat daha giyinip sarınıyor iyice rüzgardan korunmak için. Bir süre sonra kamyon duruyor; bir kafenin yer aldığı bu noktada birkaç kişi tuvalete doğru koşarken biz de diğerleriyle birlikte merdivenleri takip ederek bir inşaatın çatısına çıkıyoruz manzara için. Trinidad, Ancon ve La Boca’yı birarada görebiliyoruz buradan. Daha sonra da bindiğimiz kamyon hakkında bilgi edinmek üzere tur rehberini sorguya çekiyoruz. Rus yapımı ZIL marka kamyon, Angola’ya yardım için gönderilmiş 70’lerde Angola’nın bağımsızlık savaşı sırasında. Savaştan sonra da Küba’ya geri getirilerek turistik amaçlarla kullanılmaya başlanmış. Tur rehberi de bizim nereli olduğumuzu soruyor. Türk’üz cevabını duyar duymaz rakı muhabbetine giriyor. Şaşkınlıkla soruyoruz biz de rakıyı nasıl bildiğini. Meğer geçen sene bir Türk grubu varmış gezilerinde rehberlik ettiği. Onlar rakı getirmişler yanlarında Küba’ya, tur rehberine de ikramda bulunmuşlar tabii. Mola bitiyor ve kamyona doluşup, iyice sarınıp bir sonraki noktaya harekete geçiyoruz.
Eskiden hastane şimdi ise özel terapi ve rehabilitasyon merkezi olan 210 odalı dev Kurhotel’e geliyoruz. Otel çalışanları nedeniyle çevrede bir de yerleşim alanı oluşmuş, okulu hatta üniversitesi ile. Las Villas Üniversitesi 1980’den beri faaliyette. Buradan kahve müzesine geçiyoruz. Fransızlar’ın adaya yerleşmesi ile kahveyi ve kahve üretimini öğrenen halk, iklimin kahve bitkisi yetişmesine uygunluğu ve toprağın bereketi sayesinde önemli bir pazar haline getirmiş Küba kahvesini. Küçük ve modern kafenin bahçesinde farklı köşelere yerleştirilmiş yeşil kahve meyvelerini, kuruyup kararmışları, öğütüldüğü el makinelerini, saklandığı kapları, sarıldığı yaprakları görüyoruz. Bu sırada aklımıza Türkiye’de bir kahve müzesi olup olmadığı takılıyor. Hiç duymadığımızı farkediyoruz üzülerek. Kafenin içi de müzenin devamı; duvarlarda eski fotoğraflar, kölelerin yaşadığı ve çalıştığı yerler gösteriliyor haritalarda ve resimlerde. Kahve pişirilen eski kaplar sergileniyor. O sırada tur rehberi bize dönerek, “Kahve Türkiye’den Avrupa’ya yayılmış siz daha iyi bilirsiniz gerçi” diyor. O sırada herkes bize bakınca utanıyoruz keşke Türk kahvesinin nasıl pişirildiği dışında kahve hakkında söyleyecek birşeylerimiz olsaydı diye. Haritayı inceleyip kahvenin Anadolu’ya Yemen’den geldiğini görünce yıllardır bilip kullandığımız sözün anlamını çözüyoruz: “Kahveler Yemen’den mi?” deriz ya hep uzun sürdüğünde pişirilmesi. Tanıtım bitince bizlere kahve ikramı yapılıyor; espresso* tarzı. Bu sırada diğer turistlerle tanışma ve muhabbet imkanı doğuyor. Aslen İngiliz ama Avustralya’da yaşayan bir aile 7-8 yaşlarındaki iki kızlarıyla yolculuk yapıyor. Güney Amerika’yı, Ekvator’u ve yağmur ormanlarını gezmişler ufaklıklar o yaşta. Tropik bitkileri sayıyorlar birbirlerine.
Tekrar kamyona bindikten sonra yürüyüş parkurunun başlayacağı noktaya varıyoruz birkaç kilometre sonunda. Uzun, zorlu bir parkur olacak diyor tur rehberimiz. Jambonlu ekmekleri yemenin tam zamanı. Adamın ardında tek tek sıraya dizilip, başlıyoruz uygun adım yürümeye toplam yirmi kişi, ikisi çocuk. Kahve bitkilerinin palmiye gölgelerinde yetiştiğini, palmiye ağacının her milimetresinin tütün bitkisi sarma, kahve depolama, mutfak inşaatı yapma gibi farklı amaçlarda kullanıldığını, dokununca kapanan bitkinin yapraklarını, leşlerin onlarca kilometre üzerinde uçan yırtıcı kuşları ve daha birçok şeyi anlatıyor bize arada bir durarak. Tepeden aşağıya doğru iniyoruz ve el değmemiş gibi görünen tabiatın keyfini çıkarıyoruz yol boyunca. Tarihte ilk defa bir turist turuna katıldık; ama tura katılmadan da buraları görebilmek çok zor olurmuş diye konuşuyoruz. Uzun bir yürüyüş sonrası şelalelerin başladığı noktaya varıyoruz nihayet. Senenin çok kısa bir süresinde su olurmuş buralarda ve şanslıyız ki biz ona denk geldik. Çünkü az ilerideki durgun suda yüzmek için soyunmaya başlıyor gruptan insanlar. Su öyle soğuk ki soyunup giyinmeyi göze alamıyorum. O sırada Baran nehre atlıyor bile diğer birkaç kişiyle. Ufak kızlar da yüzüyor; ama ben cesaret edemiyorum; su buz gibi. Tur görevlisi de kışın biz yüzmeyiz diyor; tabii 25ºC onlar için kış. Serinlemiş ve ferahlamış olarak sudan çıkanlar üzerlerini değiştiriyor yanımızda; kabin, tuvalet tarzı yerler yok. El değmemiş, değmesine de izin verilmeyecek bir yer burası.
Dönüş için giyinmesi, atıştırması biten yola koyuluyor. Tur rehberi “İnerken en önde, çıkarken en sonda olurum” diyor. Biz de yavaştan tırmanmaya başlıyoruz Baran’la. Artık öğle saati olduğundan taşların üzerinde güneşlenen kertenkeleleri fotoğraflıyor, etrafımızda ötüp bir uçan bir konan Küba ulusal kuşu tocororoyu** gözlemliyoruz. Yukarı doğru çıktıkça hava ısınıyor, üzerimizdekileri bir bir çıkartıyoruz. Arada bir çatallaşan yollarda yönünü şaşıran bizden öncekilerle birlikte indiğimiz yolu bulmak için beyin jimnastiği yapıyor, bir süre ilerledikten sonra doğru veya yanlış yolda olduğumuzu farkediyoruz. Başlangıç noktasına döndüğümüzde yorgun ve açız. Bakıyoruz bizden önce varanlar yerlere atmış bile kendilerini. Şelalede üşüyüp suya girmeyen ben bile çeşmenin altına kafamı sokuyorum serinlemek için. Herkes toplandıktan sonra tekrar kamyona doluşuyoruz turun son durağı olan restorana gitmek üzere. Dağlar arasındaki bu güzel yerin turlar ve turistler için olduğu belli, yani devletin yeri. Herkes yemeğe saldırıyor bir an evvel, kalite ve lezzet arayan yok; biz dahil. Yemek olarak domuz rosto, yanında haşlama sebze ve kurabiye tarzı aperatifler var sadece. Mecburen yiyoruz; çünkü yiyecek başka birşey yok. Masadan kalkıp kendimizi çimlere atıyoruz kahve eşliğinde. Güneş altında yemek sonrası tam siesta yapılası bir yer. Tur rehberi bu civarda oturduğu için bizden ayrılıyor bir traktöre otostop çekerek. Biz de ona el sallayıp kamyonla Trinidad yoluna gidiyoruz.
Parque Central’da bitiyor tur ve herkes ayrı bir yöne dağılıyor. Biz de casa’ya gitmeyip önceki gün seçtiğimiz birkaç resmi satın almak için Plaza Mayor’a çeviriyoruz rotamızı. Baran iki değişik müzik aleti satın alıyor kendisine; ama pazarlık yapabilir miyiz diye çat pat İspanyolcamızla uğraşırken adam kafamdan bir kolye geçiriyor hediye olarak kuru baklagillerin dizilip boyanmasıyla yapılmış. Ben de iki ufak resim seçiyorum eve getirmek için. Viazul otogarına gidip ertesi sabah için Varadero biletlerini ayarlıyoruz. O sırada karşı kaldırımdan tanıdık iki sima geçiyor. Onlar da bizi tanıyor ve el sallıyor yanımıza doğru ilerlerken. Silvia ve Maurizio, Vinales’te, birlikte mağara aradığımız İtalyan çift. Ayaküstü selamlaşıp akşam yemeğinde buluşmak üzere yer ve saat kararlaştırıyoruz hemen. Lonely Planet’te okuduğum bir yeri, Kübalı bir ailenin işlettiği Sol & Son adlı lokantada buluşmayı öneriyorum onlara. Biz oraya gitmeyi önceden kararlaştırmış ve Elda’ya akşam yemeği hazırlamamasını söylemiştik sabah. Akşama hazırlanmak için casa’mıza doğru ilerlerken, sanki eski bir dostla Küba’da karşılaşmış gibi hemen nasıl da yemek için sözleştik onlarla diye konuşuyoruz.
Casa'ya dönünce Elda ve Felix'le hesabı kapatıyoruz. Felix bize sürpriz olarak çalıştığı şeker fabrikasından şeker kamışı getirmiş. Çok şaşırıyoruz, bizim için onu kesip, ki bayağı sert bir odun, soyarak ortasından çıkan beyaz lifli bitkiyi dilimliyor. Nasıl yiyeceğimizi de gösteriyor; ağzımıza atıp çiğniyor, tüm suyu emiyor ve lifleri çıkarıyoruz. Öyle tatlı bir su çıkıyor ki çiğneme sonucu sanki az sulu bol toz şeker yiyoruz. Esmer ve beyaz şeker arasındaki farkı soruyorum Baran'ın tercüme yapmasıyla, hiç bir fark olmadığını, kamışın dallandığı yerlerin kahverengi olduğunu ve dolayısıyla oradan elde edilen şekerin de kahverengi olduğunu söylüyor. Avrupa'da organik şeker diye kahverengi şeker çılgınlığı yaşandığını anlatıyoruz; gülüyor, hiç bir fark yok arasında diyerek.
Sol & Son’a vardığımızda onların bizden önce gelerek dört kişilik bir masaya oturduğunu gördük. Eski eşyalarla dolu bir ev burası bazısı içeride bazısı bahçede 7-8 masası bulunan. Yan masada gündüz turda beraber olduğumuz birkaç kişi de var. Yemek için tavuk istedim, güzel yaptıklarını okumuştum önceden. Tombul orta yaşlı bir adam yapıyor servisi; sahibi yani evin babası olsa gerek. Bize bir porsiyon tavuk kaldığını, balıkların bittiğini, sadece domuz etli birkaç çeşit yemeği kaldığını anlatıyor. Bu tür yerlere paladares deniliyor, casa particular gibi aile işletmesi. Her istediğiniz her zaman bulunmuyor, mutfakta malzeme kalmayınca da kalanlardan ne varsa yiyorsunuz. O nedenle çok taze ve lezzetli herşey. Sabah ve öğle domuz yediğimi duyunca tavuğu bana bırakıyorlar nazikçe. Yemekler geldiğinde birbirimizinkinden tadıyor, yine İngilizce, Türkçe, İtalyanca muhabbet ediyoruz. Hatta bir ara Maurizio tavşanı Bugs Bunny diye tarif ediyor ingilizcesini bilemeyince, epey gülüyoruz. Onlar İtalyan, biz Türk olunca ortak çok konu çıkıyor konuşacak başta yemekler, zeytinyağı, Avrupa Birliği gibi. Ardından önceki akşam gittiğimiz bara götürüyoruz onları. Trinidad’a yeni geldiklerinden biz üç gündür edindiğimiz deneyimleri paylaşıyoruz onlarla. Gece sonunda biz onları Londra’ya çağırıyoruz, onlar da bizi Toskana’ya davet ediyorlar. Güzel bir gece geçirmenin keyfiyle e-posta değiş tokuşu yaptıktan sonra ayrılıyoruz. Dünya’nın başka bir yerinde bu çiftle karşılaşsak yine böyle muhabbet olur muydu, yoksa Küba’nın sıcak havası, ortamı ve doğası mıydı bu tılsımı sağlayan?
* Espresso: Konsantre kahve içeceği, sıcak suyla basınç altında ince öğütülüp demlenir. Diğer kahve çeşitlerine göre en yoğun olanıdır ve latte, macchiato, mocha gibi kahveler espresso baz alınarak üretilir; krema, süt ve esanslar katılarak. Türk kahvesi gibi küçük fincanlarda içilir; tek farkı telve bulunmaması.
* Tocororo: Cuban Trogon da denilen Küba resmi bayrağının renklerini (mavi, beyaz ve kırmızı) aldığı Küba’ya özgü ufak cinste bir kuş. Nesli tükenmek üzere olan bu kuş Küba’nın Sierra Maestra ormanlarında yoğun olarak görülüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder