Yurt dışında yaşayınca çekirdek aile olarak kendi yağımızda kavruluyoruz çoğu zaman. Hatta her zaman! Bazı zamanlar oluyor ki, sevgili kocam iş için başka bir ülkeye yatılı gitmek durumunda kalıyor. İşte o zaman alıyor beni bir panik!
İki küçük çocuğum var. Evimin düzenini bilen başka biri yok. Evime düzenli gelen de yok. Tüm gün bir şekilde çocuklarla git-gel, okul-kurs, öyle-böyle geçiyor. Akşam onları uyutup sonra yattım mı geliyor bana kara düşünceler...
Ya uyur da sabah uyanamazsam. Uykumda kalp krizi geçirsem, ya da sebebi bilinmeyen bir şeyden ötürü bayılsam, felç olsam, uyanamasam ne olur diye...
Sonra senaryo canlanıyor gözümde; sabah bir vakit çocuklar uyanırlar, oyuna dalarlar. Sonra büyük, 7, okula gitmek aklına gelince beni uyandırmaya gelir. Fakat anne uyanmaz. Kardeşi de, 3.5, gelir.
1- Uyanamadım diye ağlarlar...
2- Uyanamadım deyip başımdan gidip oynamaya devam ederler ya da mısır gevreği yerler çünkü onu hazırlamasını biliyorlar...
Okuldan öğretmen arar niye gelmedi oğlan okula diye; ama benim telefonum uçak modunda olduğu için çalmaz. Babasını ararlar, o da genelde telefonlarını duymadığı ya da açmadığı için açmaz.
Çocuklar dışarı çıkmak isteseler, kapı kilitli. Anahtarı çevirmeyi becerirlerse belki dışarı çıkarlar; ama sonra? Ne yaparlar acaba?
Büyük oğlan telefonumun kilidini açmayı biliyor; ama uçak modunu değiştirmekten bir haber...
Sonra gazetenin 3. sayfasında çıkarız: Çocuklar ölü anneleriyle 35 saati aynı evde geçirdikten sonra balkonda ağladıklarını fark eden mahalleli tarafından kurtarıldılar...
Ya işte bu da yurt dışında yaşamanın en stresli olduğu zamanlardan biri. Aynı şey yolda da olabilir tabii ki. Okula, çocuğu almaya giderken gerçekleşen bir trafik kazası... Orada belki kimlik bilgisine ulaşmak daha çabuk olacağından olay daha hızlı çözülebilir. Sadece bir süre okulda annesi almaya gel(e)mediği için ağlayan çocuğu öğretmenlerin oyalaması gerekebilir. Görüldüğü üzere bu senaryoda da baba yok.
Sonra çocuklar alınıp nereye konulur? Babaya haber ulaşsa da, onun eve ulaşması Amerika'nın batı kıyısından 10-12 saat sürecek. Ölü anne, olmayan baba ve kimsesiz çocuklar! Hadi gel de uyu şimdi...
Sorunsal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sorunsal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Eylül 2018 Perşembe
27 Haziran 2018 Çarşamba
Ömür Boyu Annesiyle Yaşayan Erkekler
Evlenmeden önce yıllarca kocamın ailesinin evine girip çıkmıştım. Evet, evlenene dek ailesiyle yaşamıştı. Evin en küçüğü olduğundan belki de hiç ayrı eve çıkmayı istemedi, dillendirmedi. Ekonomik sebepler bir yana işe girince de onlarla yaşamaya devam etti.
Annesi bazen laf olsun diye sorardı 'Bir ekmek kaç para?' diye... Rahat tabii, hem erkek yani kimseye hesap vermiyor eve geç dönerken. İstediği yere istedikleriyle tatile gidiyor. Hem de evde hazır yemek her daim var. Arkası toplanıyor, çamaşırı-bulaşığı yıkanıyor. Niye çıksın ki ayrı eve?
Evlenince mecbur çıktık tabii...
Evlerine sıklıklıkla gidip geldiğimden; annesi teyze, babası amca olduğundan bana, bol bol çekişmelerine de kulak misafiri oldum. 'Öff anne' gibi... Hangimiz annemizin dırdırını işitmedik ki? Hangimiz annemize 'Off sonra yaparım' demedik ki? Ya da hangimiz şimdi çocuklarımızdan öyle laflar yemiyoruz ki?
Neyse evlenip eve çıkınca, sevgili kişisi olarak evlilik hayatına başlayan ben yavaş yavaş eş, hayat arkadaşı ve çocuklarının 'annesi' oluverdim. Onların annesi olunca otomatikman bizim kocanın da annesi gibi oldum. Çünkü çocukların arkasını toplarken onun da arkasını toplamak durumunda kaldım; örneğin misafir gelecek. Eşyaları salonda koltuk üzerinde... Öyle mi kalsın? Ya da bulaşık makinesini çalıştıracağım kahve fincanları çalışma masasında kalmış... Elbette onunkileri de söylenerek toplamaya başladım zamanla. Çocuklara söylenirken ona da söylenmeye başladım... Evet, şu an gençliğinde annesinin yaptığı dırdırı şimdi ben yapıyorum. Çünkü bizi bu hale kendisi getirdi.
Hiç mi yardımcı olmuyor? Oluyor elbette. Dedim mi yapıyor örneğin. Demedim mi bir mühendis olarak bulaşık makinesine bardakları ters değil düz yerleştirebiliyor. Binlerce kez makine boşalttığı halde, yerleştirme kısmına kafa basmıyor.
Peki amaç şu; ben şimdi bir erkek evladı yetiştiriyorum. Neyi doğru yapsam da bizimkinin karısı çemkirmese, kapı önüne koymasa oğlanı diye düşünüyorum. Oyuncakları ve odasını toplama işini veriyorum; ama yemekleri yere döküp saçtı mı kızıyorum. Dökülenleri temizletiyorum. Kıyafet seçme becerisi hiç yok; onu bu konuda cesaretlendirmeye çalışıyorum. Evde değil; ama okulda düzenli, tertipli bir çocukmuş. O kısmı eve de uyarlamak için çabalamaya başlıyorum. Yoksa ileride yandı!
Ağaç yaşken eğilir ya da soy çıkar huy çıkmaz mı?
Ben de üniversite çağında kapının önüne koyarım ne o öyle evlenene dek benle mi oturacak? Zaten evlenmez de bu yeni nesil!
Etiketler:
Bana Ders Oldu,
Çocuklu Hayat,
Kadın,
Sorunsal
2 Haziran 2018 Cumartesi
Erkekleri Anlayamıyorum ve Uyku
Hayatımda son 7 senedir aynı evi paylaştığım 2 erkek var. Ondan öncesinde aynı evi paylaştığım erkek sayısı 1 idi. Ya eşim ya babam ya da üvey babam...
Son 7 senem çoğunlukla erkekler arasında geçti diyebilirim. Yine de onları anlayabilmem imkansız! Örneğin oğlum, neredeyse 7 yaşında, akşam zorla uyuturum... Uyku sevemeyen biri... Bu sabah 5:40'ta uyandı mesela. Uykusu gelmedi, gelmiyor. Gündüz hayatta uyumuyor, gece de!
Bir keresinde Avrupa'nın ortasından taa Japonya'ya uçtuk. Jetlag bile olmadı. Akşam 9'da uyudu, gece bir saat kadar uyanık kaldı; ama sabah 8'de uyandı. Güne normalmiş gibi devam etti.
Kocam ise, o da bir erkek, gündüz koltuk buldu mu uyur. Anında... Bazen ortadan kaybolur mesela, bakarsın bizimki içerde horluyor ev gürültüden inlerken. Akşam yatmak bilmez, sabah erken kalkar. Gün içinde ise yatay pozisyona geçecek an buldu mu maşallah davul çalsa umrunda olmaz.
Ben de küçükken gıcıktım. Sesten rahatsız olur uyuyamazdım. Korkardım uyuyamazdım. Uykum gelirdi, yatağımda değilsem uyuyamazdım. Yatakta aklıma birşey takıldı mı uyuyamazdım. Gece çişe kalktım mı uykum kaçardı, uyuyamazdım. Hala da öyleyim. Sacede uyuyamayınca daha sinirli ve huysuz oluyorum. Gıcık!
Eskiden uykusuz kalsam sorun etmezdim. Son 7 senedir ise uyandırıldım mı çıldırıyorum. Sinir, kızgınlık, huysuzluk... Genelde beni uyandıran da evin 'sabahçı erkekleri' oluyor. Çünkü genelde ben sabahları kendim uyanmak istiyorum. Kendi kendime...
Kızım canı isterse uyur, istemezse uyumaz. Uyumazsa sorun yapmaz. Uykusu gelirse sebepsiz ağlar.
Oğlumu ise bir gün hiç uyutmamak istiyorum bakalım ne yapacak? Kaç saat dayanacak?
Son 7 senem çoğunlukla erkekler arasında geçti diyebilirim. Yine de onları anlayabilmem imkansız! Örneğin oğlum, neredeyse 7 yaşında, akşam zorla uyuturum... Uyku sevemeyen biri... Bu sabah 5:40'ta uyandı mesela. Uykusu gelmedi, gelmiyor. Gündüz hayatta uyumuyor, gece de!
Bir keresinde Avrupa'nın ortasından taa Japonya'ya uçtuk. Jetlag bile olmadı. Akşam 9'da uyudu, gece bir saat kadar uyanık kaldı; ama sabah 8'de uyandı. Güne normalmiş gibi devam etti.
Kocam ise, o da bir erkek, gündüz koltuk buldu mu uyur. Anında... Bazen ortadan kaybolur mesela, bakarsın bizimki içerde horluyor ev gürültüden inlerken. Akşam yatmak bilmez, sabah erken kalkar. Gün içinde ise yatay pozisyona geçecek an buldu mu maşallah davul çalsa umrunda olmaz.
Ben de küçükken gıcıktım. Sesten rahatsız olur uyuyamazdım. Korkardım uyuyamazdım. Uykum gelirdi, yatağımda değilsem uyuyamazdım. Yatakta aklıma birşey takıldı mı uyuyamazdım. Gece çişe kalktım mı uykum kaçardı, uyuyamazdım. Hala da öyleyim. Sacede uyuyamayınca daha sinirli ve huysuz oluyorum. Gıcık!
Eskiden uykusuz kalsam sorun etmezdim. Son 7 senedir ise uyandırıldım mı çıldırıyorum. Sinir, kızgınlık, huysuzluk... Genelde beni uyandıran da evin 'sabahçı erkekleri' oluyor. Çünkü genelde ben sabahları kendim uyanmak istiyorum. Kendi kendime...
Kızım canı isterse uyur, istemezse uyumaz. Uyumazsa sorun yapmaz. Uykusu gelirse sebepsiz ağlar.
Oğlumu ise bir gün hiç uyutmamak istiyorum bakalım ne yapacak? Kaç saat dayanacak?
28 Mayıs 2018 Pazartesi
Varlığım Varlığına Armağan mı?
Pazar akşamları genelde evde kaos oluyor. Çocuklar hafta sonu bitiyor diye üzülüyorlar, ertesi sabah erkenden hepimizin evden çıkması gerekiyor. Artı biz çıkarken ev temizliğine haftada bir gelen Aura için evdeki yayıntıları, oyuncakları, özel eşyaları vs toplamak gerekiyor.
Normalde 7/24 annelik yapıyorum biliyorsunuz. Bir Pazar akşam üzeri tesadüfen anneler grubu olarak toplandık. Dışarı çıkmadan önce çocuklara (ve Mr B'ye) 'Bakın akşam geç geleceğim ve o saatte evi toplamak istemiyorum. Eğer eşyalarınızı toplamadan yatarsanız elime çöp poşeti alacağım ve hepsini ona dolduracağım' dedim. Babalarına da tembihledim hatırlatmasını.
Akşam eve geldiğimde saat 9'u biraz geçiyordu. Çocuklar yatmıştı. Mr B'nin yanına oturdum. Bir süre sonra kalkıp yatmaya hazırlanırken, iş bölümü yaptığımız için onun payına düşen çamaşırları katlaması gerektiğini hatırlattım. 'Katlamam' dedi. Yerde duran çocukların eşyaları gözüme ilişti ve elime çöp poşeti alıp içine doldurmaya başladım ortadakileri. Çalışma odasında Mr B'nin 3 gündür alıp kaldırmadığı kotunu da poşete atarken söylendim.
Bana 'Çocuklarla butün akşam evi topladıklarını, bütün gün yorulduğunu, benim yaptıklarını görmeyip yapmadıklarını söylememin çok yanlış olduğunu' anlatmaya başladı. Teşekkür etmemişim mutfağı topladığı için örneğin... (Lavaboda tencere, tava kirli halde duruyordu mesela %50 toplanmış mutfak için ona teşekkür etmem gerekiyormuş)
Ben de 'Eve geldiğimde ortadaki her şeyi çöp poşetine dolduracağımı belirtmiştim, onu yapıyorum' dedim. Üstelik öğleden sonra 2'ye dek mutfaktan çıkmayan bendim. Bir akşam yemeği için dışarıya çıkmam, onun da benim vazifelerimi (hatta bir kısmını) yapması karşılığında teşekkür belgesi istiyordu.
O zaman bana niye son 7 senedir kimse teşekkür etmiyor? Çamaşırları renklerine ayırıp yıkadığım için, yemek yaptığım için, çocukları okula götürüp eve getirdiğim için, ödevlerine yardım ettiğim için, sofrayı hazırladığım için, her gün bir kez bulaşık makinesi boşaltıp defalarca doldurduğum için? Neden 'Ay alışveriş yapmışsın, teşekkür ederim çocukların da sütü bitmişti' denmiyor.
Ya da sorun bende belki. Ben de teşekkür istemeliyim her yaptığım için. 'Bak sana tuvalet kağıdı aldım, teşekkür et' demem gerek. Bak karnımda 2 adet çocuğunu besleyip, büyüttüm, doğurdum; bana teşekkür et. Memelerimden süt çıkartıp çocuklarımızı aylarca emzirdim, teşekkür ettin mi mesela? İş seyahatlerine çıktığında çocuklara, eve ve kendime yetebiliyorum teşekkür beklemeden. Sen yapabilir misin bunu?
Bazen tepem bir atıyor, diyorum çek git bir 7 gün 7 gece... Bakalım kim ekmek alıyor eve, kim kıyafetleri yıkayıp hava durumuna göre giydiriyor çocukları. Kim akşam ne pişireceğim diye düşünüyor, çocuğu aşıya-dişçiye götürüyor. Ve bir kez olsun bu yaptıkları için de 'teşekkür etmedin!' diye hır çıkarmıyor...
Bir düşün...
Diyorum. Sonuçta ben de bunları yapmak için dünyaya gelmedim; ama yapmak zorunda kalıyorum ve elimden gelen en iyi şekilde de yapmaya çalışıyorum. O yüzden sen de savsaklama, elinden gelen en iyi şekilde yap. Yapmıyorsan da yaptıkların için teşekkür bekleme... Aferin...
Normalde 7/24 annelik yapıyorum biliyorsunuz. Bir Pazar akşam üzeri tesadüfen anneler grubu olarak toplandık. Dışarı çıkmadan önce çocuklara (ve Mr B'ye) 'Bakın akşam geç geleceğim ve o saatte evi toplamak istemiyorum. Eğer eşyalarınızı toplamadan yatarsanız elime çöp poşeti alacağım ve hepsini ona dolduracağım' dedim. Babalarına da tembihledim hatırlatmasını.
Akşam eve geldiğimde saat 9'u biraz geçiyordu. Çocuklar yatmıştı. Mr B'nin yanına oturdum. Bir süre sonra kalkıp yatmaya hazırlanırken, iş bölümü yaptığımız için onun payına düşen çamaşırları katlaması gerektiğini hatırlattım. 'Katlamam' dedi. Yerde duran çocukların eşyaları gözüme ilişti ve elime çöp poşeti alıp içine doldurmaya başladım ortadakileri. Çalışma odasında Mr B'nin 3 gündür alıp kaldırmadığı kotunu da poşete atarken söylendim.
Bana 'Çocuklarla butün akşam evi topladıklarını, bütün gün yorulduğunu, benim yaptıklarını görmeyip yapmadıklarını söylememin çok yanlış olduğunu' anlatmaya başladı. Teşekkür etmemişim mutfağı topladığı için örneğin... (Lavaboda tencere, tava kirli halde duruyordu mesela %50 toplanmış mutfak için ona teşekkür etmem gerekiyormuş)
Ben de 'Eve geldiğimde ortadaki her şeyi çöp poşetine dolduracağımı belirtmiştim, onu yapıyorum' dedim. Üstelik öğleden sonra 2'ye dek mutfaktan çıkmayan bendim. Bir akşam yemeği için dışarıya çıkmam, onun da benim vazifelerimi (hatta bir kısmını) yapması karşılığında teşekkür belgesi istiyordu.
O zaman bana niye son 7 senedir kimse teşekkür etmiyor? Çamaşırları renklerine ayırıp yıkadığım için, yemek yaptığım için, çocukları okula götürüp eve getirdiğim için, ödevlerine yardım ettiğim için, sofrayı hazırladığım için, her gün bir kez bulaşık makinesi boşaltıp defalarca doldurduğum için? Neden 'Ay alışveriş yapmışsın, teşekkür ederim çocukların da sütü bitmişti' denmiyor.
Ya da sorun bende belki. Ben de teşekkür istemeliyim her yaptığım için. 'Bak sana tuvalet kağıdı aldım, teşekkür et' demem gerek. Bak karnımda 2 adet çocuğunu besleyip, büyüttüm, doğurdum; bana teşekkür et. Memelerimden süt çıkartıp çocuklarımızı aylarca emzirdim, teşekkür ettin mi mesela? İş seyahatlerine çıktığında çocuklara, eve ve kendime yetebiliyorum teşekkür beklemeden. Sen yapabilir misin bunu?
Bazen tepem bir atıyor, diyorum çek git bir 7 gün 7 gece... Bakalım kim ekmek alıyor eve, kim kıyafetleri yıkayıp hava durumuna göre giydiriyor çocukları. Kim akşam ne pişireceğim diye düşünüyor, çocuğu aşıya-dişçiye götürüyor. Ve bir kez olsun bu yaptıkları için de 'teşekkür etmedin!' diye hır çıkarmıyor...
Bir düşün...
Diyorum. Sonuçta ben de bunları yapmak için dünyaya gelmedim; ama yapmak zorunda kalıyorum ve elimden gelen en iyi şekilde de yapmaya çalışıyorum. O yüzden sen de savsaklama, elinden gelen en iyi şekilde yap. Yapmıyorsan da yaptıkların için teşekkür bekleme... Aferin...
17 Ocak 2018 Çarşamba
Aileden Uzakta Yaşamak
Bu sabah gözlerimi açtığımda aklımdan ilk geçen 'Yazık bize' oldu. Yazık bana demem de doğru tabii.
Akşam 6.5 yaşındaki oğlumun ateşi yükselmeye başladı. Gece yarısından önce ateşini ölçüp rahat uyusun diye ağrı kesici, ateş düşürücü bir şurup verdik. 3 yaşındaki kızımızın üzerini örttük ve yatağa gittik.
Eşim yorgundu ve biraz soğuk algınlığı geçiriyordu hemen uyudu. Ben telefonumdaki son paylaşımları ve mailleri kontrol ediyordum. Oğlum girdi odaya. 'Anne uyuyamıyorum, sizinle yatayım mı?' dedi. Ateşler içerisindeki çocuğu olmaz deyip geri gönderecek halim yoktu. Yatırdım ortaya, sıktım burun damlası, yastığını getirdim.
Hem horluyor, hem sıçrıyor, hem de kalbi güm güm çok hızlı atıyordu. Uyuyamadım. Telefonu elime alıp, Google'a sordum. 'Ateşi olan çocuğun kalbi hızlı atar mı?' Atarmış. Birkaç makale okuyup rahatlamış olarak yattım gene saat gece yarısını geçerken.
Oğlum kıpırdanmadan yatamıyordu. Rüyalar görüyordu. Ben de elimle ateşine bakıyordum sık sık. Örttüğü örtüyü açıyordum falan. Bir ara kocamın kalkıp yastığını alıp gittiğini gördüm. Oğlan deli fişek gibi yerinde duramıyordu. Horluyordu. Yatağın diğer ucuna götürdüm. Zaten kıpırdanıyordu; ama bana değmezse belki dalardım.
Bu çocuk her gece böyle kıpırdak mı uyuyordu? Yoksa ateş miydi bunun sorumlusu? Düşünerek daldım, ta ki sırtıma tekme yiyene dek. Sanıyorum sabah 6'ya dek yarım yamalak uyudum. Tıpkı bebekliğindeki gibi. 6'da uyanıp tuvalete gitmek istedi, koridorda kustu. Ortalığı temizleyip tekrar yattık. 7'ye dek tekrar kustu; sonra kalkmak istedi.
Sonra bayılmışım. Arada kızımın sesini duydum, o da uyanmıştı. Gözümü açıp kalkayım diyordum sonra gerisin geri uyuyakalıyordum. Sonunda kocamın odaya girip çekmeceleri açıp, ışığı yakıp giyindiğini fark ettim. Bu sefer gözümü açtım kalkayım diye saat 9'a geliyordu. İşte o an kafamdan 'Yazık bize' cümlesi geçti.
Halbuki annem aynı şehirde yaşasaydı ya da kayınvalidem ya da halam, kardeşim, kuzenim verirdim küçüğü ilgilenirdi. Biz de rahat rahat sefil sefil yatardık oğlumla tüm gün.
İşte böyle sevgili günlük; aileden uzakta yaşamanın zorluklarından biri de bu. Geberiyor olsan da çocuklara bakman gerekiyor, ayağa kalkman... Haydi kolay gele...
Akşam 6.5 yaşındaki oğlumun ateşi yükselmeye başladı. Gece yarısından önce ateşini ölçüp rahat uyusun diye ağrı kesici, ateş düşürücü bir şurup verdik. 3 yaşındaki kızımızın üzerini örttük ve yatağa gittik.
Eşim yorgundu ve biraz soğuk algınlığı geçiriyordu hemen uyudu. Ben telefonumdaki son paylaşımları ve mailleri kontrol ediyordum. Oğlum girdi odaya. 'Anne uyuyamıyorum, sizinle yatayım mı?' dedi. Ateşler içerisindeki çocuğu olmaz deyip geri gönderecek halim yoktu. Yatırdım ortaya, sıktım burun damlası, yastığını getirdim.
Hem horluyor, hem sıçrıyor, hem de kalbi güm güm çok hızlı atıyordu. Uyuyamadım. Telefonu elime alıp, Google'a sordum. 'Ateşi olan çocuğun kalbi hızlı atar mı?' Atarmış. Birkaç makale okuyup rahatlamış olarak yattım gene saat gece yarısını geçerken.
Oğlum kıpırdanmadan yatamıyordu. Rüyalar görüyordu. Ben de elimle ateşine bakıyordum sık sık. Örttüğü örtüyü açıyordum falan. Bir ara kocamın kalkıp yastığını alıp gittiğini gördüm. Oğlan deli fişek gibi yerinde duramıyordu. Horluyordu. Yatağın diğer ucuna götürdüm. Zaten kıpırdanıyordu; ama bana değmezse belki dalardım.
Bu çocuk her gece böyle kıpırdak mı uyuyordu? Yoksa ateş miydi bunun sorumlusu? Düşünerek daldım, ta ki sırtıma tekme yiyene dek. Sanıyorum sabah 6'ya dek yarım yamalak uyudum. Tıpkı bebekliğindeki gibi. 6'da uyanıp tuvalete gitmek istedi, koridorda kustu. Ortalığı temizleyip tekrar yattık. 7'ye dek tekrar kustu; sonra kalkmak istedi.
Sonra bayılmışım. Arada kızımın sesini duydum, o da uyanmıştı. Gözümü açıp kalkayım diyordum sonra gerisin geri uyuyakalıyordum. Sonunda kocamın odaya girip çekmeceleri açıp, ışığı yakıp giyindiğini fark ettim. Bu sefer gözümü açtım kalkayım diye saat 9'a geliyordu. İşte o an kafamdan 'Yazık bize' cümlesi geçti.
- Bana yazıktı, tüm gece uyuyamamıştım. Kalkıp biri hasta diğeri 3 yaşında kıpırdak iki çocuğa bakmam gerekiyordu tüm gün.
- Kocama yazıktı, kendisi biraz hastaydı ve yine de kalkıp çocuklara kahvaltı hazırlamıştı, ben uyurken de onları oyalamıştı.
- Küçük kızıma yazıktı; tüm gün hasta abisi ve perişan annesi yüzünden evde kapalı kalacaktı. Muhtemelen televizyon ile oyalanmak zorunda olacaktı.
- Oğlum hastaydı zaten, acı çekiyordu yazık.
Halbuki annem aynı şehirde yaşasaydı ya da kayınvalidem ya da halam, kardeşim, kuzenim verirdim küçüğü ilgilenirdi. Biz de rahat rahat sefil sefil yatardık oğlumla tüm gün.
İşte böyle sevgili günlük; aileden uzakta yaşamanın zorluklarından biri de bu. Geberiyor olsan da çocuklara bakman gerekiyor, ayağa kalkman... Haydi kolay gele...
20 Temmuz 2017 Perşembe
Evimde Böcek Olamaz!
Az önce banyodan çıktım bir de baktım banyo kapısında bir böcek... Banyoya daldı.
Hay Allahım! Ben böcek gördüm mü orayı terkedesim gelir, bir daha gelmeyesim gelir, kaşınırım sırtımda mı o, ayağıma mı çıktı, kafama, saçımın içine mi girdi diye tiksintiden ölürüm. Hep İzmir'de çocukluk geçirdiğimden bunlar...
İzmir'de yaz gecesi susarsın, su içmeye kalkarsın, mutfak lambasını yakarsın ve onlarca hamam böceği ya da nam-ı diğer karafatma gezinir ortalıkta. Uçanı bile vardır. Su içmek için bardağı aldığın dolapta, belki de bardağın içinde gezmiştir az önce... Iyk... Üstelik ev 4üncü kattadır, apartman yenidir, annen her gün mutfağı ovalamadan yatmaz; ama gene de bu böcekler yolunu bulur burnunun dibine gelirler. Bir de babaannemin eski tek katlı, bahçeli evinde kalırsam... Off sorma!
İşte ben her böcek gördüğümde çocukluğumun bu iğrenç anlarına giderim. Neyse ki evimizde fazla eşya olmadığından banyo kapısında çarpıştığım böcek 'Aman Tanrım nereden girdi bu? Nasıl eve geldi? Kesin kocamın kapı önünde duran valizinden çıktı. Amerika'dan eve böcek getirdi. Ne idüğü belirsiz böcek!' diye düşünürken ve ne yapacağımı bilemezken baktım açık alandaki fayansta yürüyor.
Aldım elime ayağımdaki terliği, küt!... Kusura bakmasın, haneye tecavüz... Ben evde kara sinek gördüm mü deliren kadınım. Çocuklar bile alıştı; 'Anne sineği öldürebildin mi?' diye dalga geçiyorlar. Neyse...
Kader ki beni Çevre Mühendisi yaptı. Yaptı da, yıllar sonra İzmir'in sokaklarına kanalizasyon projesi yapacağım diye; o kanalizasyon kapağını kaldırınca altında binlerce karafatmanın kaçıştığını gördüm. İzmir'le ilişkimi bitirdim o an.
Konu budur.
Kesin o böcek şu valizden çıktı, benim evimde, dolaplarımda, yatak altlarında asla böcek olamaz. Yakarım ulan! Öldürürüm topunuzu!...
Hay Allahım! Ben böcek gördüm mü orayı terkedesim gelir, bir daha gelmeyesim gelir, kaşınırım sırtımda mı o, ayağıma mı çıktı, kafama, saçımın içine mi girdi diye tiksintiden ölürüm. Hep İzmir'de çocukluk geçirdiğimden bunlar...
İzmir'de yaz gecesi susarsın, su içmeye kalkarsın, mutfak lambasını yakarsın ve onlarca hamam böceği ya da nam-ı diğer karafatma gezinir ortalıkta. Uçanı bile vardır. Su içmek için bardağı aldığın dolapta, belki de bardağın içinde gezmiştir az önce... Iyk... Üstelik ev 4üncü kattadır, apartman yenidir, annen her gün mutfağı ovalamadan yatmaz; ama gene de bu böcekler yolunu bulur burnunun dibine gelirler. Bir de babaannemin eski tek katlı, bahçeli evinde kalırsam... Off sorma!
İşte ben her böcek gördüğümde çocukluğumun bu iğrenç anlarına giderim. Neyse ki evimizde fazla eşya olmadığından banyo kapısında çarpıştığım böcek 'Aman Tanrım nereden girdi bu? Nasıl eve geldi? Kesin kocamın kapı önünde duran valizinden çıktı. Amerika'dan eve böcek getirdi. Ne idüğü belirsiz böcek!' diye düşünürken ve ne yapacağımı bilemezken baktım açık alandaki fayansta yürüyor.
Aldım elime ayağımdaki terliği, küt!... Kusura bakmasın, haneye tecavüz... Ben evde kara sinek gördüm mü deliren kadınım. Çocuklar bile alıştı; 'Anne sineği öldürebildin mi?' diye dalga geçiyorlar. Neyse...
Kader ki beni Çevre Mühendisi yaptı. Yaptı da, yıllar sonra İzmir'in sokaklarına kanalizasyon projesi yapacağım diye; o kanalizasyon kapağını kaldırınca altında binlerce karafatmanın kaçıştığını gördüm. İzmir'le ilişkimi bitirdim o an.
Konu budur.
Kesin o böcek şu valizden çıktı, benim evimde, dolaplarımda, yatak altlarında asla böcek olamaz. Yakarım ulan! Öldürürüm topunuzu!...
15 Aralık 2016 Perşembe
Şehitlikler Taştı!
Akp iktidarı ve öncesinde bilirdik ki ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’. Güneydoğu’dan şehit haberleri gelirdi arada bir kendimi bildim bileli. Askerlik bu bir bedeli olacak tabii diye düşünürdüm belki de...
Akp iktidara geldiğinden beri şehitler sadece Güneydoğu Anadolu’dan değil, her yerden gelmeye başladı. Gemi batar, şehit… Tren kazası, yolcusu - makinisti hepsi şehit… Ankara veya İstanbul göbeğinde bomba patlar, onlar da şehit… Günaydoğu’daki askerler ve siviller şehit. Kömür madenindekiler elbette şehit. Darbede ölen vatandaş şehit, darbeci asker ise şehit değil diyorlar, niye ki madem o da şehit. Gezi olaylarında ölen gençler çapulcu, ölen polis olursa o, şehit. Eskiden ölen Fetöcüler şehit, şimdiki Fetöcüler hain...
Kimin işine nasıl geliyorsa o şehit öbürü hain. Birine ağlayın, öbürüne haketti deyin. Böyle mi? Halep’te ölen şehit ile aynı sebeple Türkiye’de ölen hain… Ben çözemedim bu işi. Bombayı patlat şehitsin der bir yan, bomba patladı masum insanlar şehit oldu der öte yan.
Bildiğim tek şey, kimsenin şehit olmadığıdır artık. Yok öyle birşey! Kandırmaca hepsi. Ancak bir uğurda ölürsün, o da ahmaklık bana kalırsa. Cebine bomba koymak da, sivile ateş açmak da başkasının ekmeğine yağ sürmektir. Kimse bu yolda öldün diye, öldükten sonra sana madalya vermez, kahraman ilan etmez. Öldün, gömüldün. Etlerin çürüyecek, kemikler kalacak. Yıllar sonra bir ölünün diğerinden farkı kalmayacak. Ölüm bu, gerisi yok...
Şehitlik, akıllıların uydurduğu ve aptallara sattığı kandırma şekli. Madem şehit olmak güzel, neden kendileri gidip ön cephede yer almazlar? Yüzlerce koruma ile gezerler. Ne de olsa birşey olursa şehit ilan edilecekler...
Eskiden umursamazdım ölümü. Şimdi önemli, bana bağımlı çocuklarım var. İlk düşündüğüm onlar. En iyi ben bakarım onlara, bana ihtiyaçları var. Sonra büyüdüklerini görmek isterim. Nasıl bir delikanlı olacak? Nasıl bir güzel bir kız olacak diye… Nasıl beraber ‘yere yemek dökme oğlum’ demeden yemek yiyeceğiz diye...
Sizin yok mu hiç kimseniz? Birilerini yola getirmek için kan dökerek şehit olmaya bu kadar can atarsınız...
3 Eylül 2016 Cumartesi
Hala da Düşünüyorum...
Bu aşağıdaki yazıyı 3 sene önce yazmışım:
İşi-gücü bırakıp oğluma bakmak için evde kalmayı tercih ettim; ama doğru mu yaptım diye düşünüyorum...
Oğluma yeteri kadar sevgi verebiliyor muyum diye düşünüyorum...
Büyüyen, kendini birey olarak görmeye başlayan oğlumu doğru kalıplara sokmak için kendim stres içinde boğuluyorum diye düşünüyorum...
Hayat boş, anı yaşa dediğim zamanlarda doğru mu yaptım diye düşünüyorum...
Küçük ayrıntılara o kadar takıyorum ki, olayın bütününü görmüyorum diye düşünüyorum...
Kendime yeterince zaman ayıramadığım için mutsuz oluyorum diye düşünüyorum...
Oğlumun, ev işlerinin, sorunların ve hayatımın kaynağını babasına yüklüyorum diye düşünüyorum...
Sorunlu bir çocukluk mu geçirdim acaba diye düşünüyorum...
Neden herşey bu kadar ters gidiyor diye düşünüyorum...
Acaba gün gelir de oğlum bana karşı tavır alır mı diye düşünüyorum...
Hayatta kimse beni oğlum kadar sevmiyor (1-2 yaş civarı için konuşuyorum) diye düşünüyorum...
Oğlum doğduğundan beri eşim beni eskisi kadar sevmiyor mu acaba diye düşünüyorum...
Ya gün gelir de eşimle yollarımız ayrılırsa oğlum ne yapar diye düşünüyorum...
Oğlumu iyi bir insan olaran yetiştiriyor muyum diye düşünüyorum...
Kızgınlık anımda oğluma söylediklerimi ilerde hatırlar mı acaba diye düşünüyorum...
Hayat çok çabuk geçiyor artık diye düşünüyorum...
Kendimi nasıl daha sağlıklı ve mutlu yaparım diye düşünüyorum...
Neden bu bloğa yeteri kadar yazı yazmıyorum diye düşünüyorum...
Neden hiçbir şeye vaktim yok benim diye düşünüyorum...
Uyumayı çok seven benim gibi bir insan neden çocuk sahibi olur diye düşünüyorum...
İkinci çocuk lafı ederken acaba altından kalkabilecek miyim diye düşünüyorum...
Neden hep kendimi yalnız hissediyorum diye düşünüyorum...
Oğlumu aktiviteden aktiviteye koşturturken abartıyor muyum diye düşünüyorum...
Kreşe başlaması için erken mi acaba diye düşünüyorum...
İki sene nasıl da çabuk geçti diye düşünüyorum...
Oğlum hiç büyümesin diye düşünüyorum...
Zaman dursun artık, yaşlanmayayım diye düşünüyorum...
Etrafımdaki sevdiklerim de yaşlanmasın diye düşünüyorum...
İyi bir insan olmak için çabalıyor muyum diye düşünüyorum...
Oğlum bizimle uyusa ne olur ki diye düşünüyorum...
Neden kilo veremiyorum diye düşünüyorum...
İnsan çok fazla sevdiğine nasıl kızabilir diye düşünüyorum...
İkinci çocuğum olur da olursa ilki kadar sever miyim diye düşünüyorum...
Şimdi ise son madde dışında hala aynı şeyleri düşündüğümü farkediyorum. Oğlumun kaygılarına ilave kızınkiler de başladı. Beni en çok seven ise yaşı itibarı ile oğlum değil artık kızım olsa gerek. Yalnızlıktan sıkılmıyorum, aslında artık yalnız kalmak istiyorum diyorum :)
Bu birkaç cümle haricinde hala aynı yerde olduğum için hayat hızla geçerken yerimde saydığımı düşünüyorum.
Aklımda deli planlar var; ama onları gerçekleştirmeye hevesim, cesaretim ve zamanım olmadığını düşünüyorum.
Zamanın güne, aya, mevsime, yıla yetmediğini düşünüyorum.
Gündelik mecburi işler yerine çocuklarıma daha çok zaman ayırmayı düşünüyorum.
Etiketler:
Bana Ders Oldu,
Bana Özel,
Çocuklu Hayat,
Kadın,
Sorunsal
14 Mart 2016 Pazartesi
CAN GÜVENLİĞİM YOK, EVİMDEN ÇIKMIYORUM!
CAN GÜVENLİĞİM YOK, EVİMDEN ÇIKMIYORUM!
Kilometrelerce, şehirlerce ötedeyiz Ankara’da yine patlayan bir bombadan. Duyunca irikiliyoruz. Ben ve ailem iyi, ya Ankara’daki tanıdıklar, arkadaşlarım, onların çocukları? Her birinden haber almaya çalışıyoruz. Ferahlıyoruz. Sonra orada ölen, şimdilik sayısı 28 olan, masum insanları düşünüyoruz. Ailelerine, evlerine bir ateş düştü bu gece. Bir daha hayatları asla aynı olmayacak! Ferahladığımız için utanıyoruz.
Üç kişi biraraya gelse, saçından başından sürükleyip hapse atan polis, (askerin a-sı bile yıllardır gündemde olmadığından polisi muhatap alıyorum) bu patlamalarda nedense hiç ortada yok. Patlayan bombaları, doğudaki olayları, hükümeti istifaya çağıran yüzlercemiz biraraya gelmek istesek bu kez de ya canlı bomba hazır balık istifi toplanmış bu topluluğu havaya uçurursa korkumuz var artık. Ülkede istihbarat yok, Mit yok, sorumlu yok, olanlar hep kader…
Adam küçücük çocukların orasını burasını elliyor, sıkıştırıyor. Fırsat buldu mu geceleri tek başına yürüyen kızlara tecavüz ediyor. Evde karısını dövüyor. İş için rüşvet veriyor. Ergenliğe girdiğinden beri kendi öz kızına yan gözle baktığı oluyor. Dükkanın camına top atan çocukları dövüyor, hatta öldüresiye dövüyor ve hatta öldürüyor. Karşı takımın maçı kazanmasına illet oluyor, yol kesiyor, koca koca adamlara silah çekiyor, belki de yaralıyor ya da öldürüyor. Hayatı boyunca ne kendine ne kimseye faydası olmamış! Sonra tesadüfen bombanın patladığı meydandan geçiyor. Ölüyor! ‘Kader. Şehit oldular’ deniyor. Sen her yaşarken her haltı ye, öl, şehit ol, cennete git! Buna kim inanır? Evet, onların %50’si inanır...
Türkiye’nin en büyük şehirlerinde, en önemli meyadanlarında son aylarda onlarca insanı öldüren, yüzlercesini yaralayan bombalar patlıyor. Türkiye artık ‘olağanüstü bölge’. İnanmıyorsanız, internetten yabancı gazeteleri okuyun.
Madem toplanıp boykot etme hakkımız yok, hakkımız olsa da korkumuz var o zaman biz de evden çıkmayalım. Can güvenliğim yok, ya işe giderken metroda bomba patlarsa? Pazardan alış veriş yaparken havaya uçarsak? Çocukları okula götürürken geçtiğimiz meydanda canlı bomba varsa? Havaalanı, otogar hep kalabalık yerler ya birşey olursa? Türk milletinin psikolojisi budur artık.
Madem bu ülkede can güvenliğimiz yok o zaman biz de evden çıkmayalım. Boykotumuzu o gün işe gitmeyerek, evde kalarak, 1 Türk Lirası bile harcamayarak yapalım. Çocuklar okula gitmesin o gün. Dükkanın kepengi kalkmasın. Restoranlar kapalı kalsın. Yemeğini evde yesin herkes o gün. Otobüs durağa gelmesin. Fırıncı ekmek pişirmesin. Gazete çıkmasın. Taksici o gün çalışmasın tıpkı bankacı gibi. Kimse arabasına binmesin, evde otursun herkes o gün. Çünkü ülkede olağanüstü hal var. Bombalar patlıyor yanı başımızda.
Soyulup dımdıslak kalmış ekonomi bakalım bizsiz nasıl olacak? Sen bana akşam evime, çocuklarıma sağ salim kavuşacağım sözünü veremiyorsan, bunu sağlayamıyorsan o zaman ben de dışarıya çıkmıyorum. Ha, bırakın onların %50 çıksın dışarı. O kafayla ne iş yapıyorlar, o da ortaya çıksın. Bu ülkeyi aklı başında, okumuş, Atatürkçü, çalışkan insanlar mı yoksa rüşvetçi, günün çoğunu camideyim diye geçiren, şakşakçı toplayan, boş atıp boş tutan insanlar mı geçindiriyor? O da çıkar ortaya böylelikle...
D. Özgül
14/03/2016
6 Eylül 2015 Pazar
İnsan Birini Arar Çünkü...
Çünkü sadece kendisini dinleyen, söylediklerini anlayan birisi olsun diye...
Kocasını, annesini, kardeşini, hatta çocuklarını çekiştirmek ister. Konuşup rahatlamak ister. Derdini, sevincini paylaşmak ister. Bunu yapmak için arkadaş ister.
Bunları yapamazsa, evde sürekli söylenir. Kocasına, çocuklarına söylenir. Çünkü doludur bir şekilde. Ha arkadaşları ne yapacak ki, derdine çare mi bulacak ki dersen? Şöyle yapar genelde...
'Haklısın' der... 'Merak etme, bizde de durum aynı' der... Ya da geçen ay aynıydı, ama şöyle oldu, böyle bitti, der. Anlarsın ki yalnız değilsin. Herkes bunu yaşamış, yaşıyor. Ben yalnız değilim. Sorun ben değilim, benim kocam değil, çocuklarım değil, dersin sevinirsin... Sevinmesen de rahatlarsın.
Ya da arkadaşın şöyle de diyebilir. 'Haklısın böyle düşünmekle... Ama bir de şöyle bakarsan onun da şusu, busu vesairesi' diye anlatarak senin olaya bir de öbür türlü bakabilmeni sağlar.
Her ikisi de terapi... Özellikle evdeysen, ya da konuşacak kimsen yoksa etrafında, işler sarpa sarar. Çocuğunu dert ortağı görüp ona yakınırsın. Kocanı arkadaşın sanar ona yakınırsın. Sonra ikisi de tokat gibi sana gereken cevabı verirler. 'Bana ne?' 'Yeter!' 'Off... Sanki hayat bir sana zor' ya da 'Bıktım artık senin dırdırından...'
Böyle konuşan kocanız, çocuğunuz varsa hemen kendinize arkadaş bulun...
Nasıl mı? Hmm... Orası en zoru işte.
En güzel arkadaşlıklar okuldan kalanlar. Seni uzun yıllardır bilirler. Eski sevgililerini, ne istediğini, ne ile mutlu olup ne ile üzüldüğünü, aileni, ailenin seni nasıl yerdiğini/takdir ettiğini, akrabalarını, başından geçen birkaç güzel/kötü olayı bilirler. Senin neye, nasıl tepki vereceğini de bilirler. Çünkü yanında olmuşlardır.
Sorun, eğer okuldan kalan arkadaşların yoksa? Konu-komşu ile idare edebilirsen ne mutlu. Fakat, benim gibi arkadaş bulmakta özürlüysen, seninle klik edecek insanlar ararsan ve hele de ülke, şehir değiştirip durursan bu hiç kolay değil.
Bu ülkede bir senedir bulabildiğim en yakın arkadaş, kocamın müdürünün karısı örneğin. Şimdi ona gidip kocamın beni sinir eden laflarını mı anlatayım? Hiç tanımadığı-görmediği ailemin bir olayda bana davranışlarından nasıl alındığımı mı dertleneyim?
Bazı şeyler var ki, ne ailene, ne kocana anlatabilirsin. Diyelim kocan ters bir gününde sana çok ters bir şey etti. Gidip bunu annene, kardeşine anlatamazsın. Anlatırsan, kocanla aralarını bozarsın. Kızkardeşim gelip kocam bana vurdu, dese. Ben sinirden köpürürüm. Birkaç gün sonra o kocasıyla sarmaş dolaş olur; ama ben ona hep vuracak zanneder, uyuz olurum. Ne oldu? Aramız bozuldu!
Aynı şey kocanla da olabilir. Annen/baban sana ters bir laf etmiştir. Çok bozuksundur. Bunu kocana anlatırsan, yandın! Kocan onlara başka gözle bakacak, yeri gelince de o anları koz olarak kullanacaktır: 'Hee git annenin evine de sana şu zamanda yaptıkları gibi, şöyle böyle desinler!'
Kaldın mı ortada!
İşte en güzeli, canım arkadaşlar... Hem destek olur, hem seni satmaz, hem anlattıklarını evirip çevirip kocana/ailene anlatmaz. Kişisel algılamazsın dediklerini, eleştirilerini. Çünkü gerekince aynısını sen de yaparsın. Art niyet olmadan, içtenlikle. Onun iyiliğini istediğinden...
Bu yazımı beni arkadaşı kabul etmiş kadın dostlarıma adıyorum...
Kocasını, annesini, kardeşini, hatta çocuklarını çekiştirmek ister. Konuşup rahatlamak ister. Derdini, sevincini paylaşmak ister. Bunu yapmak için arkadaş ister.
Bunları yapamazsa, evde sürekli söylenir. Kocasına, çocuklarına söylenir. Çünkü doludur bir şekilde. Ha arkadaşları ne yapacak ki, derdine çare mi bulacak ki dersen? Şöyle yapar genelde...
'Haklısın' der... 'Merak etme, bizde de durum aynı' der... Ya da geçen ay aynıydı, ama şöyle oldu, böyle bitti, der. Anlarsın ki yalnız değilsin. Herkes bunu yaşamış, yaşıyor. Ben yalnız değilim. Sorun ben değilim, benim kocam değil, çocuklarım değil, dersin sevinirsin... Sevinmesen de rahatlarsın.
Ya da arkadaşın şöyle de diyebilir. 'Haklısın böyle düşünmekle... Ama bir de şöyle bakarsan onun da şusu, busu vesairesi' diye anlatarak senin olaya bir de öbür türlü bakabilmeni sağlar.
Her ikisi de terapi... Özellikle evdeysen, ya da konuşacak kimsen yoksa etrafında, işler sarpa sarar. Çocuğunu dert ortağı görüp ona yakınırsın. Kocanı arkadaşın sanar ona yakınırsın. Sonra ikisi de tokat gibi sana gereken cevabı verirler. 'Bana ne?' 'Yeter!' 'Off... Sanki hayat bir sana zor' ya da 'Bıktım artık senin dırdırından...'
Böyle konuşan kocanız, çocuğunuz varsa hemen kendinize arkadaş bulun...
Nasıl mı? Hmm... Orası en zoru işte.
En güzel arkadaşlıklar okuldan kalanlar. Seni uzun yıllardır bilirler. Eski sevgililerini, ne istediğini, ne ile mutlu olup ne ile üzüldüğünü, aileni, ailenin seni nasıl yerdiğini/takdir ettiğini, akrabalarını, başından geçen birkaç güzel/kötü olayı bilirler. Senin neye, nasıl tepki vereceğini de bilirler. Çünkü yanında olmuşlardır.
Sorun, eğer okuldan kalan arkadaşların yoksa? Konu-komşu ile idare edebilirsen ne mutlu. Fakat, benim gibi arkadaş bulmakta özürlüysen, seninle klik edecek insanlar ararsan ve hele de ülke, şehir değiştirip durursan bu hiç kolay değil.
Bu ülkede bir senedir bulabildiğim en yakın arkadaş, kocamın müdürünün karısı örneğin. Şimdi ona gidip kocamın beni sinir eden laflarını mı anlatayım? Hiç tanımadığı-görmediği ailemin bir olayda bana davranışlarından nasıl alındığımı mı dertleneyim?
Bazı şeyler var ki, ne ailene, ne kocana anlatabilirsin. Diyelim kocan ters bir gününde sana çok ters bir şey etti. Gidip bunu annene, kardeşine anlatamazsın. Anlatırsan, kocanla aralarını bozarsın. Kızkardeşim gelip kocam bana vurdu, dese. Ben sinirden köpürürüm. Birkaç gün sonra o kocasıyla sarmaş dolaş olur; ama ben ona hep vuracak zanneder, uyuz olurum. Ne oldu? Aramız bozuldu!
Aynı şey kocanla da olabilir. Annen/baban sana ters bir laf etmiştir. Çok bozuksundur. Bunu kocana anlatırsan, yandın! Kocan onlara başka gözle bakacak, yeri gelince de o anları koz olarak kullanacaktır: 'Hee git annenin evine de sana şu zamanda yaptıkları gibi, şöyle böyle desinler!'
Kaldın mı ortada!
İşte en güzeli, canım arkadaşlar... Hem destek olur, hem seni satmaz, hem anlattıklarını evirip çevirip kocana/ailene anlatmaz. Kişisel algılamazsın dediklerini, eleştirilerini. Çünkü gerekince aynısını sen de yaparsın. Art niyet olmadan, içtenlikle. Onun iyiliğini istediğinden...
Bu yazımı beni arkadaşı kabul etmiş kadın dostlarıma adıyorum...
Etiketler:
Bana Özel,
İsviçre Günlüklerim,
Kadın,
Sorunsal
31 Ağustos 2015 Pazartesi
Artık Pazartesileri Hiç Sevmiyorum
İşe bile gitmiyorsun, nedir derdin Pazartesi ile derseniz. Son 3 haftadır yaşadığım Pazartesi günlerimi anlatayım size.
Sabah 6-7 uyanma, 8'e dek kahvaltı ve ardından Alaz ve babayı okula/işe yollama. Sonrasında ise çamaşırlar, hafta sonu ev ve mutfak dağınıklığı derken Beliz'i uyutma, biraz blog işlerine biraz ev işlerine takılma 11'e dek. Buraya kadar güzel...
11'de Alaz'a ve Beliz'e öğle yemeği hazırla. Piknik yapılacak şekilde...
11:20'de hala uyanmamışsa Beliz'i kaldırıp hazırla ve evden aceleyle çık.
15 dakikalık yolda, yokuş yukarı bebek arabası it.
11:50'de Alaz'ı al.
Bebek arabası ve Alaz hızında göl kıyısına 10 dakikada in; çantadan yiyecekleri çıkar. Alaz ve Beliz öğle yemeği yesinler. 12:20'de yemeğin ortasında Alaz kıpırdanmaya başlasın: 'Kakam geldi anne...'
12:40'taki spor dersine 20 dakika var. Eve yürüsem 10 dakika, okula yürüsem 10 dakika. Kaka yapma süresi en az 10 dakika.
Ben: 'Emin misin? Kakanı tutabilir misin?'
'Anne, çok geldi.' diye poposunu tutar.
Toparlanmaya başlarım. Beliz'i bebek arabasına koyarken, itiraz eder. Eve gidersek derse yetişmemiz imkansız. 'Tamam, okulun tuvaletine gidelim'
Alaz: 'Hayır, eve gidelim'
Ben: 'Eve gidemeyiz, uzak, okula gidelim, bebek arabasının ucuna otur' derim.
Yokuş yukarı arabayı sürmeye başlarım. Bir an gelir, itmem imkansız olur: 'Alaz, şimdi in. Şu kısmı geçelim, sonra gene binersin'
Alaz: 'Kakam geçti, yok!'
Nee... Koştura koştura yokuşu Beliz 9 kg, sen 15 kg, bebek arabası 10 kg ittim ya ben!!!
(Geçen haftaki olayda, piknik esnasında aynı muhabbet ve yine bebek arabası üzerinde kakası gelmiş Alaz'ı eve doğru götürüyordum. Yolu yarıladığımızda şarkı söylüyordu. Len, dedim. Kakan var mı senin? 'Yook, geçti' dedi. O an 180 derece arabayı döndürüp, gerisin geri okula yürümeye başladım. Kan ter içinde elbette)
12:35 Okulun spor salonuna varırız. 12:40'ta ders başlar. Peki Deniz'in çilesi biter mi?
HAAYIIIIR...
Hafta sonu boşalan buzdolabına 1-2 birşey almalı, acil ihtiyaç listesi hazır. Koşar adım yine, 10 dakika mesafedeki; ama yokuş yukarı markete git. Markette kalan vakte göre hızlıca veya ağırdan alışveriş yap. Bu esnada Beliz'in eline birşeyler tutuştur, sıkılmasın.
13:15'te kasa işlemini bitirmiş ol, marketten çık. Okula yürü. Beliz huysuzlansın; çünkü uyku saati geldi. Üstelik sürekli bebek arabasındaydı, yerde gezinemedi, tepinemedi, tırmanamadı, annesinin kucağına gelip oynayamadı bile.
13:23 Okulun spor salonunda ol, dersi biten Alaz'ı giydir, giyinmesine yardım et.
Birbirlerini görünce kuduran Beliz'i ve Alaz'ı sakinleştirmeye çalışarak okuldan uzaklaş. Alaz'ın yürüme hızında eve doğru ilerle.
13:45'te (iyi ihtimalle) evde ol. Posta kutusu ve asansör önünde Alaz ile laf yarışı yap, eve çıkmaya ikna et. Nihayet evdeyiz; Beliz'i yere indir, o kapıdan dışarı kaçmaya uğraşırken ve Alaz onun üzerine çullanırken marketten aldıklarını yerleştir, sadece buzdolabına girecekleri.
Alaz'ı ellerini yıkamaya göndermek için söylen. Ayakkabılarını çıkarması için söylen. Beliz'i rahat bırakması için söylen. Kapıyı kapat.
Alaz'a söylenirken, Beliz'i kap, elini-yüzünü yıka. Kaka yaptığını farket ve bezini değiştir. Uyku saati geçtiğinden ahtapot gibi yerinde durmasın. Tulumunu giydir, emzirmek için yerine otur. Oh be dünya varmış, popom yer yüzü gördü diye rahatlayıp, meme verirken Alaz içerden bağırsın: 'Anne, kakam geldi'
Beliz'i memeden ayır, yatağa bırak, ağlamaya başlasın. Alaz'ı tuvalete oturt ve tembihle 'Sakın ben gelmeden kalkma, bitse de beni bekle'
Ağlayan Beliz'i sakinleştir. Meme ver, kucakla. Gazını çıkarmaya çalış, çıkmasın. Ayağa kalk, odada 2 tur at, normalde çabucak çıkan gaz bu kez çıkmasın. Biraz daha evirip, çevir, 4 tur at. Gazı çıkınca yerine yatır.
Alaz'a doğru yürürken terden ıslanmış kıyafetlerini çıkar. Bir bardak su iç. Alaz'ın kakalı popoyla yerinden kalktığını, etrafı kakaya buladığını gör. Çıldır! Etrafı ve Alaz'ın poposunu temizle, sonra 3 saattir tuttuğun çişini yap. Alaz'ın ellerini, yüzünü yıkamasına yardım et. O da aynı anda televizyon pazarlığı yapsın.
O an yorgunluktan herşeye ok, de. Sıcak beynini uyuşturmuştur zaten. Marketten gelenleri yerleştir, Alaz'a ve kendine yiyecek birşeyler hazırla. Saat 14:40 (iyi ihtimalle) koltuğa kendini at. Sadece 1 saatin var. Sonra akşam yemeği, oyuncak kavgası, acıktım mızırdanmaları başlar, baba eve gelene, herkes yemek yiyene dek...
Not: Hava son 3 haftadır her Pazartesi günü 30 derece üzerinde ve güneşli. Yani hesaplamaları yaparken oda sıcaklığını değil, 30 derece ve güneşi baz alın...
Öbür Not: Bu günlerde kilo kaybettiğim kesin. Zayıflamak isteyene önerilir...
Sabah 6-7 uyanma, 8'e dek kahvaltı ve ardından Alaz ve babayı okula/işe yollama. Sonrasında ise çamaşırlar, hafta sonu ev ve mutfak dağınıklığı derken Beliz'i uyutma, biraz blog işlerine biraz ev işlerine takılma 11'e dek. Buraya kadar güzel...
11'de Alaz'a ve Beliz'e öğle yemeği hazırla. Piknik yapılacak şekilde...
11:20'de hala uyanmamışsa Beliz'i kaldırıp hazırla ve evden aceleyle çık.
15 dakikalık yolda, yokuş yukarı bebek arabası it.
11:50'de Alaz'ı al.
Bebek arabası ve Alaz hızında göl kıyısına 10 dakikada in; çantadan yiyecekleri çıkar. Alaz ve Beliz öğle yemeği yesinler. 12:20'de yemeğin ortasında Alaz kıpırdanmaya başlasın: 'Kakam geldi anne...'
12:40'taki spor dersine 20 dakika var. Eve yürüsem 10 dakika, okula yürüsem 10 dakika. Kaka yapma süresi en az 10 dakika.
Ben: 'Emin misin? Kakanı tutabilir misin?'
'Anne, çok geldi.' diye poposunu tutar.
Toparlanmaya başlarım. Beliz'i bebek arabasına koyarken, itiraz eder. Eve gidersek derse yetişmemiz imkansız. 'Tamam, okulun tuvaletine gidelim'
Alaz: 'Hayır, eve gidelim'
Ben: 'Eve gidemeyiz, uzak, okula gidelim, bebek arabasının ucuna otur' derim.
Yokuş yukarı arabayı sürmeye başlarım. Bir an gelir, itmem imkansız olur: 'Alaz, şimdi in. Şu kısmı geçelim, sonra gene binersin'
Alaz: 'Kakam geçti, yok!'
Nee... Koştura koştura yokuşu Beliz 9 kg, sen 15 kg, bebek arabası 10 kg ittim ya ben!!!
(Geçen haftaki olayda, piknik esnasında aynı muhabbet ve yine bebek arabası üzerinde kakası gelmiş Alaz'ı eve doğru götürüyordum. Yolu yarıladığımızda şarkı söylüyordu. Len, dedim. Kakan var mı senin? 'Yook, geçti' dedi. O an 180 derece arabayı döndürüp, gerisin geri okula yürümeye başladım. Kan ter içinde elbette)
12:35 Okulun spor salonuna varırız. 12:40'ta ders başlar. Peki Deniz'in çilesi biter mi?
HAAYIIIIR...
Hafta sonu boşalan buzdolabına 1-2 birşey almalı, acil ihtiyaç listesi hazır. Koşar adım yine, 10 dakika mesafedeki; ama yokuş yukarı markete git. Markette kalan vakte göre hızlıca veya ağırdan alışveriş yap. Bu esnada Beliz'in eline birşeyler tutuştur, sıkılmasın.
13:15'te kasa işlemini bitirmiş ol, marketten çık. Okula yürü. Beliz huysuzlansın; çünkü uyku saati geldi. Üstelik sürekli bebek arabasındaydı, yerde gezinemedi, tepinemedi, tırmanamadı, annesinin kucağına gelip oynayamadı bile.
13:23 Okulun spor salonunda ol, dersi biten Alaz'ı giydir, giyinmesine yardım et.
Birbirlerini görünce kuduran Beliz'i ve Alaz'ı sakinleştirmeye çalışarak okuldan uzaklaş. Alaz'ın yürüme hızında eve doğru ilerle.
13:45'te (iyi ihtimalle) evde ol. Posta kutusu ve asansör önünde Alaz ile laf yarışı yap, eve çıkmaya ikna et. Nihayet evdeyiz; Beliz'i yere indir, o kapıdan dışarı kaçmaya uğraşırken ve Alaz onun üzerine çullanırken marketten aldıklarını yerleştir, sadece buzdolabına girecekleri.
Alaz'ı ellerini yıkamaya göndermek için söylen. Ayakkabılarını çıkarması için söylen. Beliz'i rahat bırakması için söylen. Kapıyı kapat.
Alaz'a söylenirken, Beliz'i kap, elini-yüzünü yıka. Kaka yaptığını farket ve bezini değiştir. Uyku saati geçtiğinden ahtapot gibi yerinde durmasın. Tulumunu giydir, emzirmek için yerine otur. Oh be dünya varmış, popom yer yüzü gördü diye rahatlayıp, meme verirken Alaz içerden bağırsın: 'Anne, kakam geldi'
Beliz'i memeden ayır, yatağa bırak, ağlamaya başlasın. Alaz'ı tuvalete oturt ve tembihle 'Sakın ben gelmeden kalkma, bitse de beni bekle'
Ağlayan Beliz'i sakinleştir. Meme ver, kucakla. Gazını çıkarmaya çalış, çıkmasın. Ayağa kalk, odada 2 tur at, normalde çabucak çıkan gaz bu kez çıkmasın. Biraz daha evirip, çevir, 4 tur at. Gazı çıkınca yerine yatır.
Alaz'a doğru yürürken terden ıslanmış kıyafetlerini çıkar. Bir bardak su iç. Alaz'ın kakalı popoyla yerinden kalktığını, etrafı kakaya buladığını gör. Çıldır! Etrafı ve Alaz'ın poposunu temizle, sonra 3 saattir tuttuğun çişini yap. Alaz'ın ellerini, yüzünü yıkamasına yardım et. O da aynı anda televizyon pazarlığı yapsın.
O an yorgunluktan herşeye ok, de. Sıcak beynini uyuşturmuştur zaten. Marketten gelenleri yerleştir, Alaz'a ve kendine yiyecek birşeyler hazırla. Saat 14:40 (iyi ihtimalle) koltuğa kendini at. Sadece 1 saatin var. Sonra akşam yemeği, oyuncak kavgası, acıktım mızırdanmaları başlar, baba eve gelene, herkes yemek yiyene dek...
Not: Hava son 3 haftadır her Pazartesi günü 30 derece üzerinde ve güneşli. Yani hesaplamaları yaparken oda sıcaklığını değil, 30 derece ve güneşi baz alın...
Öbür Not: Bu günlerde kilo kaybettiğim kesin. Zayıflamak isteyene önerilir...
6 Temmuz 2015 Pazartesi
Gene Bir Türkiye Tatili Öncesi
Evet, gene bir tatil öncesi, Türkiye tatili öncesi beni stres aldı. Halbuki tatile çıkmak iyi birşeydir ama sorun aile, akraba aslında Türk halkı yanı olunca insan stres oluyor. Çünkü,
- Akşam uykusu için saat çok erken değil mi?
- Daha yeni uyandı, gene mi uyayacak?
- Ay bu çok kilo almış yedirme artık bu kızı annesi!
- Ama hiçbir şey yemiyor ki bu çocuk, bak çok zayıflamış. Annesi sen buna yemek yedirmiyor musun?
- Çok ince giydirmişsin, üşür...
- Hava çok sıcak, niye böyle kalın giydirdin?
- Gölgede otursanız bebek için daha iyi olur...
- Burası esiyor, güneşe çıkın da bebek üşümesin...
- Ay küçücük bebeği denize mi sokuyorsunuz?
- Buranın suyu pis biraz, mikrop kapmasın?
- Aa sen adını yazmayı bilmiyor musun?
- Aşıları tamam mı bunun?!
- Kolunu sinek mi ısırdı? Dur bak şöyle yapacaksın; 2 gr rezeneyi...
- Bak bunu ben senin için yaptım hadi yesene, ye, ye, ye!
- Çok kötü öksürüyor, ciğerleri su mu topladı acaba?
- Şapkası yok mu bu çocuğun? Başına güneş geçti!
- Emzir sen bunu da uyusun!
- Ağlatmadan emzirsen iyi olurdu.
- Karnı ağrıyordur, denizde üşüdü kesin.
- Almanca konuş bakalım abiyle, bak o da biliyormuş Almanca.
- İngilizce konuş bakalım abiyle, bak o da biliyormuş İngilizce.
- Bu üzerindeki ona biraz küçük mü gelmiş?
- Yok, bunu giydirme çok büyük!
- Hiç ağlamıyor ne uslu bebek. Maşallah!
- Dün gece çok ağladı. Neden ağladı o kadar çok? Neden? ...
- Haydi bu son lokmayı da ye, bitsin. Hatırım için...
- Yemeğini bitir, sonra çizgi film...
- Al bakalım sana gofret/şeker/çikolata/dondurma.
- Meyve yemiyor mu bu çocuklar?
- Güneş kremi sürme, yakmaz artık bu saatten sonra.
- Öyle mi yiyor? Bütün bütün!
- Ay yanaklarını sıkayım ben bunun, yanaklara bak yanaklara...
- Ağladı, al annesi!
- Ee sen hiç büyümemişsin ya?
- Gel bir sarılayım, gel, gel, gel dedim sana!
- Öp bakayım yanağımdan, öp, öp, burdan da öp!
- Bu bizim bebeğimiz olsun, alıp gidelim biz bunu.
- Annesi sen bakamıyorsan bizim olsun!
- Yere koyma, taşlar soğuk.
- Kucakta tabii epeydir, yorulmuştur.
- Ama bu araba koltuğu çok terletiyor, kucağımda dursun.
- Eskiden araba koltuğu mu varmış?
- Az yol gideceğiz, gerek yok kemerini bağlamana.
- Kaç yaş şimdi araları? Hmm... Keşke...
- Kıskanıyor mu?
- Ayy çok zor iki çocuk, nasıl yapıyorsun bilmem?
- Bunlar Avrupalı olmuş artık, bunları beğenmezler!
- Dışarsı felaket sıcak, sakın evden çıkmayın!
- Zaten az kalıyorsunuz, evde oturacağınıza denize gitsenize.
- Bebek arabasına/slinge gerek yok ben kucağımda taşırım.
- Korkma yahu! Hiç korkulur mu inekten/örümcekten/köpekten?
- Kocaman abi olmuşsun hala korkuyorsun.
Ay yazdıkça fenalık geldi! ... Size de oluyor mu böyle?
- Akşam uykusu için saat çok erken değil mi?
- Daha yeni uyandı, gene mi uyayacak?
- Ay bu çok kilo almış yedirme artık bu kızı annesi!
- Ama hiçbir şey yemiyor ki bu çocuk, bak çok zayıflamış. Annesi sen buna yemek yedirmiyor musun?
- Çok ince giydirmişsin, üşür...
- Hava çok sıcak, niye böyle kalın giydirdin?
- Gölgede otursanız bebek için daha iyi olur...
- Burası esiyor, güneşe çıkın da bebek üşümesin...
- Ay küçücük bebeği denize mi sokuyorsunuz?
- Buranın suyu pis biraz, mikrop kapmasın?
- Aa sen adını yazmayı bilmiyor musun?
- Aşıları tamam mı bunun?!
- Kolunu sinek mi ısırdı? Dur bak şöyle yapacaksın; 2 gr rezeneyi...
- Bak bunu ben senin için yaptım hadi yesene, ye, ye, ye!
- Çok kötü öksürüyor, ciğerleri su mu topladı acaba?
- Şapkası yok mu bu çocuğun? Başına güneş geçti!
- Emzir sen bunu da uyusun!
- Ağlatmadan emzirsen iyi olurdu.
- Karnı ağrıyordur, denizde üşüdü kesin.
- Almanca konuş bakalım abiyle, bak o da biliyormuş Almanca.
- İngilizce konuş bakalım abiyle, bak o da biliyormuş İngilizce.
- Bu üzerindeki ona biraz küçük mü gelmiş?
- Yok, bunu giydirme çok büyük!
- Hiç ağlamıyor ne uslu bebek. Maşallah!
- Dün gece çok ağladı. Neden ağladı o kadar çok? Neden? ...
- Haydi bu son lokmayı da ye, bitsin. Hatırım için...
- Yemeğini bitir, sonra çizgi film...
- Al bakalım sana gofret/şeker/çikolata/dondurma.
- Meyve yemiyor mu bu çocuklar?
- Güneş kremi sürme, yakmaz artık bu saatten sonra.
- Öyle mi yiyor? Bütün bütün!
- Ay yanaklarını sıkayım ben bunun, yanaklara bak yanaklara...
- Ağladı, al annesi!
- Ee sen hiç büyümemişsin ya?
- Gel bir sarılayım, gel, gel, gel dedim sana!
- Öp bakayım yanağımdan, öp, öp, burdan da öp!
- Bu bizim bebeğimiz olsun, alıp gidelim biz bunu.
- Annesi sen bakamıyorsan bizim olsun!
- Yere koyma, taşlar soğuk.
- Kucakta tabii epeydir, yorulmuştur.
- Ama bu araba koltuğu çok terletiyor, kucağımda dursun.
- Eskiden araba koltuğu mu varmış?
- Az yol gideceğiz, gerek yok kemerini bağlamana.
- Kaç yaş şimdi araları? Hmm... Keşke...
- Kıskanıyor mu?
- Ayy çok zor iki çocuk, nasıl yapıyorsun bilmem?
- Bunlar Avrupalı olmuş artık, bunları beğenmezler!
- Dışarsı felaket sıcak, sakın evden çıkmayın!
- Zaten az kalıyorsunuz, evde oturacağınıza denize gitsenize.
- Bebek arabasına/slinge gerek yok ben kucağımda taşırım.
- Korkma yahu! Hiç korkulur mu inekten/örümcekten/köpekten?
- Kocaman abi olmuşsun hala korkuyorsun.
Ay yazdıkça fenalık geldi! ... Size de oluyor mu böyle?
Etiketler:
Bana Ders Oldu,
Bana Özel,
Bebek,
Çocuklu Hayat,
Ordan Burdan,
Sorunsal
8 Ağustos 2014 Cuma
Yaşadığım Ülkelerde Sağlık Düzeni Nasıl?
Türkiye’deki yıllarımda üniversite, gençlik derken hiç doktora doğru düzgün gittiğimi hatırlamıyorum. Yılda 1 kez dişçiye giderdim, onu da kendi cebimden öderdim. Özel sigortam yoktu, devlet hastanelerinde dişçiye gitmek ise hiç önerilmezdi. Birkaç kez Kızılay Hastanesi’ne cildiyeye gittim; onu da nakit ödedim.
Çocukluğumu hatırlamıyorum bile; sadece bademcik ameliyatı için gittiğimiz özel bir doktor vardı İzmir’de. Onun dışında ailemin götürdüğü dişçiler de hep özeldi.
Londra’ya gittiğimde ilk şaşırdığım şey sağlık sistemiydi. GP denilen bir sağlık ocağına kayıt yaptırıyordun ve oradaki doktorlardan istediğine gidip görünebiliyordun. Tek sorun randevu almaktı. Son birkaç senedir onu da internet üzerinden yapabiliyorduk; ki kendime göre rahatça ayarlayabiliyordum. Eşimden dolayı özel sigortamız vardı; ama özel hastaneler gerçekten özel ihtiyaçlar içindi. Örneğin 3-5 ay değişik tedavilere cevap vermeyen bir cilt lekesi ya da bel ağrısı için fizyoterapi gibi. Diş için de eşimin şirketinden özel sigortamız vardı; o nedenle dişçiye ücret ödesek de sigorta bize geri ödüyordu. O nedenle İngiltere dişçiye 6 ayda bir düzenli gitmeye başladığım bir ülke de oldu aynı zamanda. İhtiyaç duymasam da, eve mektup gönderip kontrol zamanı diye haber veriyorlardı.
Hamile kaldığımdaysa İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) bambaşka bir yüzünü gördüm. Hamileye her ay ultrason yoktu; ama her türlü tedavi, bakım, ilaç, doğum, emzirme eğitimi ve hatta dişçi ücretsiz. Hem de bebek 1. yaşını doldurana dek. Yani hamilelik yüzünden uygulanamayan tedaviler doğum sonrasında yapılabilsin diye. Down Sendromu testleri deseniz gene ücretsiz, tek sorun az ultrason - düşük riskte hamileyseniz sadece 2 - olmasıydı. Fakat onu da özel bir kliniğe gidip bakmıştık oğluma hamileyken. Ne de olsa ilk bebek, insan daha çok merak ediyor… Doğum için sevk edildiğim hastane odalarında suda doğum isteyene jakuzi bile bulunan sıradan bir devlet hastanesiydi. 42. hafta sonunda - evet, 42 hafta normal doğum olsun diye bekledikten sonra- epidural sezaryen oldum. Beş kuruş harcamadan hastanede 3 gece geçirdik ve şansımıza eşimle birlikte özel bir odada kaldık.
İkinci hamileleğimdeyse gördüğüm ilgi ilkinden farksızdı. Hatta yaşımdan ötürü (35 yaş üzeri) ‘high risk’ kategorisinde olduğumdan daha fazla kontrole maruz kaldım ta ki 25. haftaya dek…
Sonra İsviçre’ye taşındık! Burada herşey daha bir farklı. Özel sigortan olmak zorunda. Özel sigortanın karşıladığı bir jinekoloğun olmak zorunda. O jinekolog seni, senin sigortana göre seçtiğin hastaneye sevk etmek durumunda. Benim durumumda, halihazırda hamile olduğumdan ancak en basit sağlık sigortasını alabiliyorum. Her jinekolog beni kabul etmeyebiliyor. Spa gibi olan özel hastanelerde doğum yapamıyorum, devlet hastanesine gitmek zorundayım. Gerçi duyduğuma göre, devlet hastaneleri bile İngiltere’dekilerden çok daha iyiymiş. Normal doğum sonrası bile birkaç gece hastanede kalmak gerekiyor, oysa İngiltere’de herşey yolundaysa 6 saat içinde bebekle anneyi tahliye ediyorlardı. Kısacası burada birçok kademe ve bilinmez var önümde. Üstelik diş için özel sigorta bile yok. Hatta bir dolgu fiyatı sordum; 300-500 Frank arasında dediler…
Sanırım İngiliz sağlık sistemini arayacağım burada. Biliyorum ki İngiltere’de birçok insan ondan şikayetçiydi. Belki de ben şanslıydım. Umuyorum iki numara ile de şansımız yaver gider ve herşey yolunda, hatta umduğumdan daha iyi geçer.
Çocukluğumu hatırlamıyorum bile; sadece bademcik ameliyatı için gittiğimiz özel bir doktor vardı İzmir’de. Onun dışında ailemin götürdüğü dişçiler de hep özeldi.
Londra’ya gittiğimde ilk şaşırdığım şey sağlık sistemiydi. GP denilen bir sağlık ocağına kayıt yaptırıyordun ve oradaki doktorlardan istediğine gidip görünebiliyordun. Tek sorun randevu almaktı. Son birkaç senedir onu da internet üzerinden yapabiliyorduk; ki kendime göre rahatça ayarlayabiliyordum. Eşimden dolayı özel sigortamız vardı; ama özel hastaneler gerçekten özel ihtiyaçlar içindi. Örneğin 3-5 ay değişik tedavilere cevap vermeyen bir cilt lekesi ya da bel ağrısı için fizyoterapi gibi. Diş için de eşimin şirketinden özel sigortamız vardı; o nedenle dişçiye ücret ödesek de sigorta bize geri ödüyordu. O nedenle İngiltere dişçiye 6 ayda bir düzenli gitmeye başladığım bir ülke de oldu aynı zamanda. İhtiyaç duymasam da, eve mektup gönderip kontrol zamanı diye haber veriyorlardı.
Hamile kaldığımdaysa İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) bambaşka bir yüzünü gördüm. Hamileye her ay ultrason yoktu; ama her türlü tedavi, bakım, ilaç, doğum, emzirme eğitimi ve hatta dişçi ücretsiz. Hem de bebek 1. yaşını doldurana dek. Yani hamilelik yüzünden uygulanamayan tedaviler doğum sonrasında yapılabilsin diye. Down Sendromu testleri deseniz gene ücretsiz, tek sorun az ultrason - düşük riskte hamileyseniz sadece 2 - olmasıydı. Fakat onu da özel bir kliniğe gidip bakmıştık oğluma hamileyken. Ne de olsa ilk bebek, insan daha çok merak ediyor… Doğum için sevk edildiğim hastane odalarında suda doğum isteyene jakuzi bile bulunan sıradan bir devlet hastanesiydi. 42. hafta sonunda - evet, 42 hafta normal doğum olsun diye bekledikten sonra- epidural sezaryen oldum. Beş kuruş harcamadan hastanede 3 gece geçirdik ve şansımıza eşimle birlikte özel bir odada kaldık.
İkinci hamileleğimdeyse gördüğüm ilgi ilkinden farksızdı. Hatta yaşımdan ötürü (35 yaş üzeri) ‘high risk’ kategorisinde olduğumdan daha fazla kontrole maruz kaldım ta ki 25. haftaya dek…
Sonra İsviçre’ye taşındık! Burada herşey daha bir farklı. Özel sigortan olmak zorunda. Özel sigortanın karşıladığı bir jinekoloğun olmak zorunda. O jinekolog seni, senin sigortana göre seçtiğin hastaneye sevk etmek durumunda. Benim durumumda, halihazırda hamile olduğumdan ancak en basit sağlık sigortasını alabiliyorum. Her jinekolog beni kabul etmeyebiliyor. Spa gibi olan özel hastanelerde doğum yapamıyorum, devlet hastanesine gitmek zorundayım. Gerçi duyduğuma göre, devlet hastaneleri bile İngiltere’dekilerden çok daha iyiymiş. Normal doğum sonrası bile birkaç gece hastanede kalmak gerekiyor, oysa İngiltere’de herşey yolundaysa 6 saat içinde bebekle anneyi tahliye ediyorlardı. Kısacası burada birçok kademe ve bilinmez var önümde. Üstelik diş için özel sigorta bile yok. Hatta bir dolgu fiyatı sordum; 300-500 Frank arasında dediler…
Sanırım İngiliz sağlık sistemini arayacağım burada. Biliyorum ki İngiltere’de birçok insan ondan şikayetçiydi. Belki de ben şanslıydım. Umuyorum iki numara ile de şansımız yaver gider ve herşey yolunda, hatta umduğumdan daha iyi geçer.
6 Haziran 2014 Cuma
Benim Bloglarım!
Sözde bu blog sadece benimdi. Görüyorum ki, hiçbir şey yazmaya fırsatım olmuyor.
Gezgin Anne, oğlumdan geriye kalan çoğu özgür vaktimi elimden alıyor. Hamileliklerimi, oğlumun gelişimini yazdığım diğer blogu ise en az ayda bir güncellemeye çalışıyorum. Gezgin macerasını ilk yazdığım yazılarımın bulunduğu bloga ise epey oldu dokunmayalı. Sözde buna oğlumu yazmayacağım, benim için burası özgür alan kalsın diye başladı gezgin anne. Şimdi utanarak yazıyorum kendime hiç mi zaman harcamamışım?
Geçende okudum bir blog yazarı yazmış, hamile kaldığında demiş ki bir hocası, çocuk olduktan sonra karı koca olmak kolay unutulur. Biz kavramı geri plana atılır. Asıl önemlisi özellikle de ben kısmıdır geri plana atılan daima.
Öyle oluyormuş gerçekten, insan başına gelince anlıyor. En önemli merkezde olan ben, etrafımdaki herkesin hayatını döndüren ben unutuluyor. 34 yaşımda hayatıma giren küçük insan sayesinde son 3 senemin nasıl geçtiğini farketmedim bile.
Ben, şu an tekrar hamileyim örneğin. 17 haftalık iki numaralı bebeğim. İlki meydanda cirit attığı için o da kolay unutuluyor. Belki de düşünülecek öyle çok var ki insan durup kendini dinleyip kendini düşünemiyor. Hayat ise acımasızca geçip gidiyor...
Gezgin Anne, oğlumdan geriye kalan çoğu özgür vaktimi elimden alıyor. Hamileliklerimi, oğlumun gelişimini yazdığım diğer blogu ise en az ayda bir güncellemeye çalışıyorum. Gezgin macerasını ilk yazdığım yazılarımın bulunduğu bloga ise epey oldu dokunmayalı. Sözde buna oğlumu yazmayacağım, benim için burası özgür alan kalsın diye başladı gezgin anne. Şimdi utanarak yazıyorum kendime hiç mi zaman harcamamışım?
Geçende okudum bir blog yazarı yazmış, hamile kaldığında demiş ki bir hocası, çocuk olduktan sonra karı koca olmak kolay unutulur. Biz kavramı geri plana atılır. Asıl önemlisi özellikle de ben kısmıdır geri plana atılan daima.
Öyle oluyormuş gerçekten, insan başına gelince anlıyor. En önemli merkezde olan ben, etrafımdaki herkesin hayatını döndüren ben unutuluyor. 34 yaşımda hayatıma giren küçük insan sayesinde son 3 senemin nasıl geçtiğini farketmedim bile.
Ben, şu an tekrar hamileyim örneğin. 17 haftalık iki numaralı bebeğim. İlki meydanda cirit attığı için o da kolay unutuluyor. Belki de düşünülecek öyle çok var ki insan durup kendini dinleyip kendini düşünemiyor. Hayat ise acımasızca geçip gidiyor...
11 Mart 2014 Salı
Üzgünüm, Kızgınım: Berkin Elvan'ı Siz Öldürdünüz...
Bu sabah, saati öğrenmek için telefonu eline alan eşim birkaç saniye sonra galiba Berkin Elvan ölmüş, dedi.
İçim cız etti. Belki anne olduğum için, belki içerde oğlum uyuduğu için, belki Gezi Parkı olaylarını günlerce yemekten içmekten kesilip izlediğim için, belki Berkin Elvan'ı daha ilk günden itibaren bildiğim için, belki de vicdanım olduğu için.
Gerçek olan şu ki, hakkın, hukukun, yargının, yasaların, kanunların rezilliğinin çıktığı bir ülkede, polisi kendi koruması gibi kullanan, kullandığı yetmezmiş gibi aklına esen emirleri uygulatan, eğitimsiz polisleri sokağa salan bir yönetim var. Bir gaz kapsülünün birinin başına atılması ne demek? Onun grup içinde bile olmayan ekmek almaya giden bir çocuğun üzerine atılması ne demek? Bu polislerin ellerinde tabanca, su sıkar gibi oraya buraya zevkine gaz fişeği atması ne demek?
O annenin, babanın, kardeşlerin 270 gündür hayatları hastanede geçti. O çocuk 270 gündür can savaşı veriyor yazık değil mi? Suriye'deki çocuklara ağlarken bu çocuğa, yanlışlıkla vurduğunuz bu çocuğa niye sahip çıkmak yerine, ona sahip çıkanlara hala şu anda gaz fişeği ve tomayla cevap veriyorsunuz?
Bir gerçek var, bir çocuk bu ülkeyi yönetenler tarafından öldü. (Aslında bir değil tam 8 genç öldü-rüldü) Bu ölümlerin hesabını sormak için, bu ölümleri anmak için insanlar biraraya geliyor ve her defasında bu insanların gözlerinin içine bile bakamayacak durumda olması gereken polisler, emirler gereği bu ölüyü anmak için toplananlara bile gaz ve su atıyor. Neden? Nerede görülmüş böyle birşey? Nedir bu? Neyi çekemiyorsunuz?
Hırsız, katil derken başka sıfatların daha ortaya çıkmadan çek git, defol. Bırak gençlerin, çocukların, kadınların yakasını. Yeter artık!
3 Kasım 2013 Pazar
Ha Gayret!
Bugün lavaboyu temizlerken birden bu şarkı başladı. Ha gayret güzelim, gayret... Biter elbet bu yağmur sabret... Düş Sokağı Sakinleri'nin bu şarkısı bizim şimdiki kocamla aşık olduğumuz zamanın müzikleriydi. Elele tutuşur, bunları dinlerdik üniversitedeyken. Bazen o gitarla çalardı, beraber söylerdik. Epeydir dinlememiş olduğumdan elbette biraz garipsedim, gülümsedim. Sonra lavabonun kenarındaki traş köpüğü artıklarını silerken düşündüm:
İnsan aşık olduğu gün, hafta, ay bunları düşünmüyor. İlerde aynı evde yaşarsak arkasından çoraplarını toplayacağı, tuvalet kapağını kapatacağı, kirli donları makineye atacağını falan aklına getirmiyor. Getirse ne olacak? Sanırım o ilişki başlamadan bitecek. Ya da getirse bile o an o aşk herşeyin üstünde olduğundan bunları yapmak mutluluk verecek diyor.
15 yıllık ilişki (7'si evliyken) aşkı unutturuyor mu ne? Nasıl olsa birlikteyiz, akşamları aynı sofrada yemek yiyoruz, aynı yatakta uyuyoruz diye aşk-lı günler geri plana atılıp çocuk, iş, bazen sosyal medya veya tv herşeyin önüne mi geçiyor? Ne giymiş, traş olmuş mu, ruj sürmüş mü, rüyasında ne görmüş diye sormaya fırsat kalıyor mu? Nasıl olsa beraberiz, aşk olmasa da olur devri mi?
Bunları böyle yazdığıma bakma, bazen ilişkimizdeki odun ben oluyorum. O da benim saçlarımı küvetten topluyor, yemek hazırlıyor, bulaşık makinesinin filtresini temizliyor.
Sanırım eski şarkıları daha sık dinlemeli.
Düş Sokağı Sakinleri'nden başka güzel bir mısra...
Hüzün kovan kuşu gelmiş
Gecenin yanağına konuvermiş
Ay tenli aşık şarkıma karşılık vermiş...
İnsan aşık olduğu gün, hafta, ay bunları düşünmüyor. İlerde aynı evde yaşarsak arkasından çoraplarını toplayacağı, tuvalet kapağını kapatacağı, kirli donları makineye atacağını falan aklına getirmiyor. Getirse ne olacak? Sanırım o ilişki başlamadan bitecek. Ya da getirse bile o an o aşk herşeyin üstünde olduğundan bunları yapmak mutluluk verecek diyor.
15 yıllık ilişki (7'si evliyken) aşkı unutturuyor mu ne? Nasıl olsa birlikteyiz, akşamları aynı sofrada yemek yiyoruz, aynı yatakta uyuyoruz diye aşk-lı günler geri plana atılıp çocuk, iş, bazen sosyal medya veya tv herşeyin önüne mi geçiyor? Ne giymiş, traş olmuş mu, ruj sürmüş mü, rüyasında ne görmüş diye sormaya fırsat kalıyor mu? Nasıl olsa beraberiz, aşk olmasa da olur devri mi?
Bunları böyle yazdığıma bakma, bazen ilişkimizdeki odun ben oluyorum. O da benim saçlarımı küvetten topluyor, yemek hazırlıyor, bulaşık makinesinin filtresini temizliyor.
Sanırım eski şarkıları daha sık dinlemeli.
Düş Sokağı Sakinleri'nden başka güzel bir mısra...
Hüzün kovan kuşu gelmiş
Gecenin yanağına konuvermiş
Ay tenli aşık şarkıma karşılık vermiş...
23 Ağustos 2013 Cuma
Genç Anneler!
Bugün bir topluma taşıma aracında bebek pusetlerinin başında 20'lerinin başında iki anne vardı. İngiltere'de teenage mum olayı yaygındır; 20 yaş civarı hatta altındakileri kapsar. Gördüklerim baştan ayağa birer moda ikonası şeklindeydiler! Saçlar yapılı, makyajlı, takılar, tırnaklar uzun, pedikür ve manikür yapılmış. Birinin bebeği uyuyor, diğerininki ağlıyordu. Birbirleriyle muhabbet etmekten ağlayan bebeğe bakmadılar bile. Zaten o an dikkatimi çektiler ve baştan ayağa incelemeye başladım.
Sonra kendimle karşılaştırdım. Değil mani-pedi, oğlum doğduğundan beri tırnaklarımı uzattığım görülmedi. Oje sürmüşsem de ayda yılda bir kez. Takı takmaya son birkaç aydır başladım, ufaklık kucaktan inip yürümeye geçtiğinden beri. Oğlum ağladığı an hep yanında bittim ne ihtiyacı var diye. Tabii bu kıyaslama 30'larında anne olan ben ile 20'leri başında anne olan karşılaştırması. Kimine göre doğru olabilir kendi hayatını yaşamaya devam etmek; ama ben biraz oğlumun kaliteli insan olması için onun bir süreliğine kölesi olmayı seçtim.
Yanımda oturmak istediği için ani frenle düşmesin diye bir elim oğlumun bacakları üzerindeydi. Sonra arkadaki sıralardan 3 yaşlarında iki kız çocuğu koşturup önümüzde bittiler. Ayakta durup birbirlerine tutunuyorlardı düşmemek için. Anneleri de gelecek diye beklerken, orda 20'lik anne dediklerimle konuştular. Meğer bebeklere ilave birer de büyük kızları varmış. Biri suluğunu aldı annesinden, diğeri gazlı meyve sularından birini. Kızlar koşturup arka sıraya oturdular gene. Anneleri muhabbetlerini bölmedi gene.
İneceğimiz durağa gelince Alaz'ı koltuğun yanına indirip sıkıca tutunmasını tembihledim. Bebek arabasını bir elimle tutup diğer elimle de oğluma destek oldum. Sonra indik.
Farkı görebildiniz umarım. Belki ağır bir eleştiri olacak; ama en azından 20'li yaşların ikinci yarısına dek çocuk yapılmamalı! Hem henüz genç kız olan anneler, anne olmadan doyasıya gezsin, eğlensin, süslensin, püslensin hem de anne olduktan sonra çocuklarına gerekli ilgiyi göstersin, ne yedirip içirdiğine dikkat etsin. Haksız mıyım?
Sonra kendimle karşılaştırdım. Değil mani-pedi, oğlum doğduğundan beri tırnaklarımı uzattığım görülmedi. Oje sürmüşsem de ayda yılda bir kez. Takı takmaya son birkaç aydır başladım, ufaklık kucaktan inip yürümeye geçtiğinden beri. Oğlum ağladığı an hep yanında bittim ne ihtiyacı var diye. Tabii bu kıyaslama 30'larında anne olan ben ile 20'leri başında anne olan karşılaştırması. Kimine göre doğru olabilir kendi hayatını yaşamaya devam etmek; ama ben biraz oğlumun kaliteli insan olması için onun bir süreliğine kölesi olmayı seçtim.
Yanımda oturmak istediği için ani frenle düşmesin diye bir elim oğlumun bacakları üzerindeydi. Sonra arkadaki sıralardan 3 yaşlarında iki kız çocuğu koşturup önümüzde bittiler. Ayakta durup birbirlerine tutunuyorlardı düşmemek için. Anneleri de gelecek diye beklerken, orda 20'lik anne dediklerimle konuştular. Meğer bebeklere ilave birer de büyük kızları varmış. Biri suluğunu aldı annesinden, diğeri gazlı meyve sularından birini. Kızlar koşturup arka sıraya oturdular gene. Anneleri muhabbetlerini bölmedi gene.
İneceğimiz durağa gelince Alaz'ı koltuğun yanına indirip sıkıca tutunmasını tembihledim. Bebek arabasını bir elimle tutup diğer elimle de oğluma destek oldum. Sonra indik.
Farkı görebildiniz umarım. Belki ağır bir eleştiri olacak; ama en azından 20'li yaşların ikinci yarısına dek çocuk yapılmamalı! Hem henüz genç kız olan anneler, anne olmadan doyasıya gezsin, eğlensin, süslensin, püslensin hem de anne olduktan sonra çocuklarına gerekli ilgiyi göstersin, ne yedirip içirdiğine dikkat etsin. Haksız mıyım?
25 Aralık 2012 Salı
Plajda Havuzda
Şezlong kapma yarışı her yerde var sanırım. Plajlardan biliyoruz, Bodrum Ortakent'te sabahın 6'sında havlusuz şezlong bulabilirsiniz; ama 7'de hepsi dolmuştur. Birkaç yerli evi barkı olan insan vardır sahilde şezlonglarını sahiplenmiş hakkıyla. Fakat sahilin büyük bir çoğunluk başıboş havluların sahiplendiği şezgonlarla doludur. Gün içinde ne kadarı insanla dolar ne kadarı dolmaz bilinmez; bilinen o ki o havlular bir şezlonga döşenmeli tatil günü sabahın 7'sinde. Belki de bu işi parayla yapanlar var: Geceden anlaşıp şezlongunu seçiyorsun, parasını ve havlunu veriyorsun, adam senin için sabah 7'de döşüyor plajı!
Antalya'nın 5 yıldızlı otellerinde de vardı bu olay. Plajda değil de havuz başında. Hatta bunu yapan Türkler de değil bu kez, Ruslar ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinden gelenler. Kahvaltıya giderken döşerler havlularını, akşam yemek saatine dek havlular bir güzel kızarır bozarır o kavurucu güneş altında.
Şimdi Gran Canaria'da gene çok yıldızlı bir oteldeyiz. Sabah 6'da biz kalkıyoruz oğlan yüzünden. Hava karanlık oluyor o saatte. Öyle böyle 7'ye dek yatakta tutuyoruz kitapmış oyunmuş. Sonra giyin, kuşan, kahvaltı vs. Çevremizi saran dağlar nedeniyle otelin havuzuna güneş 10 gibi vuruyor. Ağaçlardan gölgelenmeyen birkaç şezlong alanına da. Bugün gidip bakıyorum 11 gibi boş güneşli şezlong yok. Tüm yaşlı tontonlar vücutlarına bakmadan giymişler bikinilerini yatmışlar sere serpe şezlonglara. Tonton dedeler de onlara portakal suyu taşıyor bardan. Güzel yerde birkaç boş şezlongda gene havlular dizilmiş; ama üzerlerinde ya bir kitap ya da çanta. Belli ki pek uzakta değil sahipleri. Hadi diğer yazdıklarıma göre daha insanca. Havuzun en iyi göründüğü noktalardan biri bizim balkon. Saat 4 olmuş; bizim oğlan uyuyor diye balkonda tutsak kaldım, havuz görüntüsü ilham verdi. Bakıyorum da güneşle beraber şezlonglar da yön değiştirmiş. Hatta birçoğunun havlusu da sahibi de terketmiş, haydi uyan oğlum havuz başı bizi bekler!
Not: Yarın sabah 7'de gidip bakacağım o havlular orada olacak mı?
Yazan: Sahipsiz havlu polisi
Etiketler:
Gezi,
Ordan Burdan,
Sorunsal
12 Eylül 2012 Çarşamba
Temizlikçi İşi Bıraktı!
Genelde tersi olur ya, ben de anlamadım bizimkinin derdini?
İngiltere'de temizlikçi bulmak zor. İlk kez 2009'da evi taşırken kullandım bir temizlik şirketi. Doğu Avrupalı bir genç kız gönderdi şirket. Bomboş evi, özellikle de mutfak ve banyoyu iyice temizlemesini söyledim. Saat başına para alacaktı, o yüzden uzun süre kalır da temizler her yeri diye umdum. Biz başında değildik eşya taşıdığımızdan; ama bir geldik ki camlar silinmiş, yerler süpürülmüş, birkaç saatte nasıl yapmış şaşırdık. Tekrar söyledik mutfak ve banyo önemli diye, sonra çıktık. Bir sonraki görüşümüzde kız hazırlanmış çıkmak üzereydi. Parasını ödeyip gönderdik. Akşamında mutfak dolaplarını yerleştirmek için açtığımda ne göreyim? Her yer toz kir içinde! Temizlikçinin üzerine bir de ben temizlik yaptım... Bir daha da temizlikçi lafını anmadım birkaç sene.
Hamile kalınca özellikle ilk aylarda değil temizlik, yemek bile yapamıyordum. Eşim bir şirket aracılığıyla temizlikçi bulalım, rahat edelim dedi. Ben ev azcık dağınık veya tozlu olsun anında stres yapan ve etrafımdakileri de bu stresle canından bezdiren biriyim. Bu defa İngiliz bir kadın, kendi şirketini kurmuş kendi yapıyor temizliğini de, o geldi. Detaylı yazdık şunu şunu istiyoruz, diye üç saat yeter bana dedi. Biz de çalıştığımızdan bayan biz işteyken gelip temizliyordu. Bir gün izinliydim, ben evdeyken geldi. Çocuklarla Evlilik dizisini hatırlayan varsa Peggy tipinde bir bayan. Makyajı, saçı başı düzgün, kolunda boynunda takılar vs temizlik yapıyor. İki saat sonra benim işim bitti deyip gitti. Üç saat parası alıp iki saatte bitiriyor! Ardından evi kolaçan ettim, heryer toz içinde hala. Ertesi hafta yazdık şunu beğenmedik, şöyle yap, vs diye. Birkaç hafta idare ettik, baktık ki dediğimizin hiçbirini yapmıyor işine son verdik.
Ardından daha profesyonel bir ajans buldum. Orta yaşlı bir bayan geldi, Delia, Romanyalı. Dediğimizi yapıyordu; zaten bu saatten sonra bal dök yala bir temizlik bulamayacağımızı kabullenmiştik. Doğum iznimde evde olunca epey muhabbet etme şansımız oldu. Bana ajanstan ayrılmamı, saati 6GBP yerine 9GBP olarak ona direk ödememi önerdi. Benim için ödediğim miktar değişmeyecekti, zaten ajansa hiçbir şey yapmadığı halde para ödüyordum her saat için. Yaklaşık bir sene de böyle geçti. Tabii eskiden biz işteyken 3 saatte evi temizliyorum diyordu; ama ben evdeyken 2 saatte işi bitiriyordu. Bunu görünce önüne ütüleri de yığmaya başladım. Hatta bebek gezinmeye başlayınca her hafta gel dedim. Çok iyi yapmıyordu işini; ama dediğimizi yapıyordu ve küçük çocuklu bir anne için büyük bir yardımcıydı. Zamanla günleri değiştirdi, ardından saatleri, her hafta başka bir saatte gelmeye başladı. Sürekli diğer ev sahiplerinden yakınıyor, onlar yüzünden geç kaldığını, ya da temizlik saatini değiştirdiğini söylüyordu. Bana da çok iyi olduğumu...
Dün oğlumu tiyatroya götürdüm Londra'ya. Evden çıkarken anahtarımı bulamadım ve Delia da 12'de gelirim dediği halde ben çıkarken henüz görünürde yoktu. Trendeyken mesaj attım kendisine. Kaçta evden ayrılacağını, anahtarım olmadığı için sorduğumu söyledim. Ben onun çıkışına yetişemeyecektim; eşimle buluşup ondan anahtarı almaya karar verdim. Bana kaçta döneceğimi öğrenmek için mesaj atmış. Tabii ben tiyatro oyununda olduğumdan mesajını görmedim. Sonra beni 15dk bekleyebileceğini yazmış, ki ben hala oyunda olduğumdan haberim yok mesajlarından. Ardından bu yaptığımın kaba bir davranış olduğunu, bir sonraki temizliğe yetişmek için beni daha fazla bekleyemeceğini mesajladı. Ben de kendisine ortada bir yanlış anlaşılma olduğunu, benim ona beni bekle demediğimi, yazdım. Genelde aynı dilde bile insanlar birbirlerini yanlış anlıyorken, anadilden farklı dil konuşmak zorunda kalınca ki özellikle de sevgili Delia İngilizcesinin iyi olmadığından yakındığından yanlış anlaşılmalar olmuştu daha önce de aramızda, ortalık daha da karışabiliyordu. Benim garibime gidense daha önce başkalarını beklediği için defalarca bize geç gelen Delia'nın beni 20 dakika ekstra beklemesi işi bırakma nedeni olabilir miydi? Sanmıyorum. İsteseydi o 20 dakikanın ücretini bile öderdim ki bence bir hatam olmadığı halde. Bugün gündüz gözüyle baktım da, birçok yeri de temizlememişti. 'Şimdi gözüne batmıştır' dese de eşim bence durum farklı.
Öyle pis insanlar da değiliz ki, başkalarının dağınık ve pisliğinden şikayet edince ben de derdim kusura bakma bebek olunca yetişemiyorum, diye. Her defasında sizin ev çok temiz, bana bile gerek yok her hafta, derdi. Çok garipsedim, bir derdi mi vardı acaba diye de düşünmüyor da değilim hala. Yoksa ben mi insanları yanlış tanıyorum? Haddinden fazla önem veriyorum? Bilemedim!
Resim: http://www.flickr.com/photos/bulent/172267112/
2 Eylül 2012 Pazar
Kadının Soyadı Derdi
Beni gerdi... Geçenlerde okudum haberi, kadınlar evlendikten sonra kocalarının soyadını kullanmasınmış, kendi soyadlarını kullanmaları bir hakmış, kocasının soyadını kullanmak eşitsizlikmiş vesaire vesaire... Şaşırdım... Sanki Türkiye'deki kadınların her sorunu bitmiş de sıra soyadına gelmiş.
- Sanki Türkiye'deki kadınlar evde, okulda, işyerinde, sokakta, yurtta, mecliste, meydanda ezik değil erkeklere karşı!
- Sanki kadına şiddet yok!
- Sanki tecavüze uğrayanlar madur değil, tecavüz edenler serbestçe gezinmiyor!
- Sanki kadın cinayetleri devri kapandı!
- Sanki kadının üzerinde mahalle baskısı yok; mini etek giyene kezzap atılmıyor!
- Sanki kadının kürtaj hakkı elinden alınmıyor!
- Sanki kadınlara sorulup sezeryan yasası çıkarıldı!
- Sanki işe almada cinsel ayrımcılık yapılmıyor!
- Sanki işyerinde maaş eşitsizliği yok!
- Sanki kadınların kocalarına / babalarına karşı gelme hakları var!
- Sanki çocuğa bakmak, ev işi yapmak kadınların görevi değil 9-6 çalışsa bile!
- Sanki tecavüzcüsünden hamile kalanlar alnı açık gezebiliyor!
Daha çok sanki eklenir bu duruma; ama bu saydıklarım bile kadının kendi soyadı hakkından kat be kat önemli şeyler. Önce bunlara bir son verelim de sonra soyadı için birleşelim.
Hergün yeni bir tecavüz haberi okuyoruz, duyuyoruz. Hergün çocuk yaştaki genç kızlar mağdur ediliyor. Hergün kadınlar dövülüyor, şiddet görüyor, namus cinayetlerine kurban gidiyor bu yüzyılda bile. Soyadını geçelim baylar bayanlar bence bu şiddet ve vahşet haberlerini durduralım önce.
Fotoğraf: http://www.flickr.com/photos/missfortune/4833849777/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)