6 Ocak 2010: Evde taze meyve suları ve kahve eşliğinde kahvaltıdan sonra havanın güzelliğinden etkilenip mayolarımızı da giyiyoruz ne olur ne olmaz diyerek. Sokaklar sabah işe ve okula giden insanlarla dolu. İlk olarak cambio’ya (banka) uğrayıp biraz daha döviz bozduruyoruz. Her zamanki gibi turistlerden ve Kübalılar’dan oluşan uzun bir sıra var önünde. Önceki gece kapalı olan turizm ofislerinden nerede ne var diye sorup soruşturup Playa Ancon’a* (Ancon plajı) nasıl gideceğimizi öğreniyoruz. Her saat başı şehri dolanan ve plaja da uğrayan servisler burada da var tıpkı Vinales’teki gibi. Durakta uzun bir sıra var önümüzde turistlerle dolu. Biz de beklemeye koyuluyoruz. Taksiler de yolun karşısında sıraya girmiş. Baran gidip öğreniyor ücretini; hemen hemen aynı fiyata götürüyor eğer yanımıza iki kişi daha bulursak. Arkamızda bekleyen turistlere teklif ediyoruz taksi paylaşmayı. Kabul etmiyorlar. O sırada otobüs geliyor; ama o kadar dolu ki ancak ön sıralardan birkaç kişi binebiliyor. O sırada biz ne olduğunu farkedene dek taksiler atak davranan müşterilerle yola koyuluyor. Önümüzde duran orta yaşlı bir çift bize taksi paylaşmayı teklif edince hemen kabul ediyoruz; ama bu kez de ortada taksi kalmıyor. Biraz bekledikten sonra kanun dışı çalışan bir araç sahibiyle anlaşıyoruz. Bizi 1947 model yeşil bir Plymouth** ile plaja götürecek. Otobüse binip diğer taksileri kaçırdığımıza üzülmüyoruz arabayı görünce; hatta seviniyoruz. Böyle bir araçta seyahat fırsatı her zaman ele geçmez.
Arabadaki diğer çift Alman. Bizim Türk olduğumuza şaşırıyorlar ve Berlin’deki Türkler’den bahsediyorlar: kebapçı olarak bilinen Türkler’den. Yol boyu İstanbul, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri, Alamancılar ve futbol üzerine konuşuyoruz. Tabii bir de bindiğimiz araba hakkında. Erkek olan arabanın kendisiyle yaşıt olduğunu söylüyor gülerek. Dönüş için saat kararlaştırıp bizi gelip almasını rica ediyoruz arabanın sahibinden. Alman çift bir gün önce de bu plajdaymış; bize görülmesi, yapılması, yenilmesi gerekenleri anlatıyor ayrılmadan önce. Bizse sabırsızız, kumlara koşmak istiyoruz hemen. Deniz türkuvaz renkli, güneş tepemizde parlıyor, kumlar altın rengi incecik, hafif rüzgar ise yüksek palmiye ağaçlarını sallıyor. Hemen üzerimizi değiştirip atıyoruz kendimizi serin sulara ve ardından ılık kumlar üzerine.
Biraz uyku ve tembellikten sonra acıkmış olarak Almanlar’ın bize önerdiği pizzacıda soluğu alıyoruz. Burası bir otele ait olduğundan devletin yeri ve servis inanılmaz derecede yavaş. Garsonlar hesabı almak için bile gelmiyor masaya. Vinales’te konuştuğumuz birkaç turistle karşılaşıyoruz pizzacıda. Herkes bizimle aynı güzergahı paylaşıyor gibi geliyor bana bir gün eksik bir gün fazla. Nihayet dışarı çıktığımızda akşamüzeri serinliğini farkediyoruz rüzgarı daha sert estiren. Sahilde yürüyüş yaparak Alman çiftle buluşma vaktini bekliyoruz hafiften bronzlaşmış olan derimizde tuz izlerinin keyfiyle.
1947 yaşındaki arabayı bekliyoruz; ama gelmiyor. 15 dakika bekledikten sonra adamın belki başka bir işi çıktığını ya da daha iyi kazanç sağlayacağı müşteri bulduğunu Alman çiftin erkeğine anlatmaya çalışıyoruz. Fakat o inatla, o aracı beklemek istiyor. Herhalde Alman mantığı olsa gerek; gelecek denildiyse gelecek. Otellerde çalışan Kübalılar’ın binmesi için halk otobüsleri geliyor. Bizim orada beklediğimizi görenler bizi otobüse davet etse de Almanlar ısrarla beklemekte kararlı. Yaklaşık yarım saat bekleyiş sonunda nihayet pes ediyorlar ve başka bir taksiye atlayıp gün batımı için Casa de la Musica merdivenlerine yetişiyoruz böylelikle. Plaza Mayor’da birçok dükkan var el yapımı müzik aletleri, takılar ve yağlı boya resimler satan. Dükkanları gezip resimleri inceliyoruz uzun uzun eve hatıra birkaç şey götürmek üzere. Ben resimlere kilitlendim daha çok, Baran da Afrika kökenli müzik aletlerine. Turizm ofisleri kapanmadan Topes de Collantes*** turu ayarlıyoruz ertesi güne. Ev sahiplerimiz orayı mutlaka görmemizi istemişlerdi ve tura katılmaktan başka ve ekonomik gidiş yolu yok ne yazık ki.
Elda sofrayı hazırlarken ben de 2 yaşındaki torunuyla oynuyorum. Kıvırcık saçlı, melez, yerinde duramayan bu erkek çocuğu zaptetmek çok güç. Onu bir süre balıklarla oyaladıktan sonra annesi gelip alıyor yemeğimiz hazır olduğu için. Balık ağırlıklı bir menü var sofrada bu akşam yanında siyah fasülyeli pilavla. Evin erkekleri de arkadaşlarını ağırlıyor terasta neşeli bir içki sofrasıyla. Bize tanıdık geliyor bu muhabbetler.
Gece hava oldukça serin ve belki de bu sebeple bir önceki akşamın eğlencesi yok meydanda. Çin’li Yuna ile karşılaşıyoruz burada da; dünya mı küçük yoksa bizi mi takip ediyor diye şakalaşıyoruz bile. Canlı müzik olan başka bir mekan buluyoruz; kapıda bilet kesiyorlar; ama meydana göre daha korunaklı olduğundan içeri giriyoruz ve iyi ki de burayı seçiyoruz. Şovlar, dans ve müzik bu gece burada. Oturacak yer buluyor ve eğlenmeye bakıyoruz. Afrika kökenli dansçılar burada çıkıyor bu gece farklı danslarla. Arada bir turist bir Kübalı eş oluyor yine salsa yapmak için. Rüzgardan korunaklı bu barda iyi vakit geçiriyoruz tatilimizin yarısı bitti diye kadeh kaldırarak.
* Playa Ancon: Küba'nın güney sahillerindeki en iyi kum ve plaj burada. Trinidad'a araba ile 15 dakika uzaklıkta bu tatil yöresinde üç otel bulunuyor. Tek kötü yanı ki oteller sizden saklar, gün doğumu ve gün batımında ortaya çıkan sinekler. Serbest ve tüplü dalışın yanı sıra balıkçılık turları da turistler tarafından ilgi görüyor.
** 1960’lara dek Küba Amerikan arabalarının en büyük alıcısıymış. Zamanında geniş, ağır, aile arabalarını tercih etmişler hep ithal ederken. Amerikan ambargosundan sonraysa ancak Rus Lada marka arabaları satın alabilir olmuşlar ki bunlar da birkaç on yıldan fazla dayanamamış. Halbuki adadaki Amerikan arabaları hala kullanımda ve çoğu turistlere hizmet ediyor. Kendi arabasını satın almak da güç bir Küba’lı için. Hem pahalı hem de benzin fiyatlarını karşılamak imkansız ekonomik olarak.
*** Topes de Collantes: Küba’nın en yüksek tepelerinden biridir. Trinidad ve Şeker Fabrikaları Vadisi gibi iki önemli dünya mirası eteklerinde yer alır ki tüm bölge doğal koruma alanıdır. Kahve üreticilerinin yaşadığı bu bölgeye, Batista eşinin hastalığı nedeniyle dev bir tüberküloz tedavi merkezi yapar. Yönetim değişikliğinden sonra, önce okula daha sonra da rehabilitasyon ve özel tedavilerin yapıldığı bir otele dönüşen dışarıdan çirkin görünümlü bu binanın odalarında birçok ünlü ressamın resimleri yeralır. Etrafında ise doğal bir cennet saklıdır yürüyüş parkurları arasındaki şelaleler, mağaralar, kanyonlar, nehirler ve göllerle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder