Otobüsün içi tıklım tıklım dolu geldiğinde otogara ve içeride iğrenç bir koku var tuvaleti andıran. Bu otobüs Santiago de Cuba’dan gece yola çıkıp Havana’ya giden olsa gerek. Arka sıralarda iki kişilik yer bulup oturuyoruz; ama o an tepemizde kocaman bir delik olduğunu farketmiyoruz. Taa ki otobüs çalışıp o delikten buz gibi güçlü bir esinti gelene dek. Başka bir yer bulmamız imkansiz, otobüs dolu. Böylece buranın neden boş kaldığını anlamış oluyoruz. Deliğe kağıt sıkıştırmayı teklif ediyor arkamızdakiler; ama esinti öyle güçlü ki kağıt tutunamıyor orada. Top gibi birşey olsa derken, o sırada günlerce önce Vinales’te bizi Los Aquaticos’a götüren rehberimizin ağaçtan koparıp bize hediye ettiği dev mandalinler geliyor aklıma. Nasıl olup da günlerdir yememişiz (herşey dahil kültüründen ötürü olsa gerek) veya bırakmamışız bir yerde (benim aç kalırız korkumdan ötürü olmalı); ama işte o an o mandalin hayat kurtarıyor. Doğru zamanda doğru yerde bir mandalin, bize üç saat boyunca üfleyecek buz gibi esintiyi engelliyor. Kafamıza giyeceklerimizi örtünce pis kokuyu da bertaraf ediyoruz Matanzas üzerinden Havana’ya ilerlerken.
Üç saat sonunda Havana’da bildiğimiz Maximo Gomez Meydanı’nda, Prado üzerindeki Casa Evora’nın yakınında bırakıyor otobüs bizi. Bildik sokaklardan kalacağımız casaya doğru ilerliyoruz. Consulada üzerinde bir apartmana varıp zili çalıyoruz. Yukarıdan ipe bağlı anahtar iniyor, onunla dış kapıyı açtıktan sonra dar ve dik merdivenli bir apartman girişindeyiz. Gün geçtikçe ağırlaşan bavulumuzla iki kat merdiven çıkıyoruz. Gençten bir bayan bir elinde sigara diğerinde telefon bir yandan konuşup bir yandan da bizi içeri buyur ediyor. Garip bir yer; nasıl Lonely Planet’te övülmüş ki burası diyecek kadar. Kadın daha sonra bize evin dolu olduğunu; ama arkadaşlarından birini ayarlayacağını söylüyor. Birkaç telefon görüşmesi sonunda başka bir kadın bizi almaya geliyor. Aşağıya inip onu takip ediyoruz. Yaklaşık on metre ileride Colon sokağı üzerinde bir apartman önünde duruyor kadın ve yukarıya doğru birisine sesleniyor. Bağırmalarına karşılık verilmeyince balkonda oturan komşulardan birine apartman kapısını açmasını söylüyor. Bu kez üçüncü kata çıkıyoruz kadınla birlikte. Kapıyı Kübalı siyahi bir adam açıyor ve bizi içeri buyur ediyor, yolu gösteren kadınsa adamla konuştuktan sonra ayrılıyor. Kapıdan girince önümüzde balkonlu uzun ince bir oturma odası var. Oda karşı duvardan başlayan koridorla evin diğer kısımlarına bağlı. Kısa koridorun iki yanında farklı odalara açılan, ki biri mutfak, kapılar var. Bize verilen oda bu küçük evin en küçük odası. İki ayrı yatak ve ortak kullanılan banyo - tuvaleti var. Yani bir diğer odada da başkaları kalıyor anlaşılan. Hiç içimize sinmeyerek çantaları öylece bırakıp kendimizi dışarı atıyoruz. Belki kalacak başka yer buluruz.
Hava Varadero’dan daha iyi burada; en azından yapacak birşeyler var. 1929’da Amerika’daki Capitolio’nun kopyası olarak inşa edilen El Capitolio’nun içine giriyoruz az bir giriş parası ödeyerek. Burası Küba’nın tüm dünyaya şeker ve tütün sattığı zamanda yani Küba’nın zenginlik zamanlarında yapılmış; dev yapıdan içeriye girince daha çok anlaşılıyor zenginliği. Dünyanın bina içinde yer alan en büyük üçüncü heykeli, Küba’nın sıfır kilometresini gösteren noktaya gömülü 25 karatlık pırlanta*, merdivenler, salonlar, mobilyalar, resimler... Devrim öncesinde meclisin de yer aldığı hükümet binası, şimdilerde Küba Bilim Akademileri’ne evsahipliği yapıyor. Görevli bir bayan bizi yanına çağırıp tanıştıktan sonra kilitli odalara girmemizi sağlıyor. Odada yeralan mobilyaları yakından gösterip kimlerden nelerin hediye geldiğini anlatıyor yağlı boya tabloları överek. Eski başkan odasının arka kapısından eskiden kullanılan, meclisin toplandığı odaya çıkarıyor bizi. Bir yandan da üşüyor kollarını kavuşturup, Havana böyle soğuk görmedi yıllardır diye anlatıyor. Hiç kimse bu serin havaya alışkın değil, binalarda her yer açık, her araç camsız. Üzerlerinde ceket bile yok doğru düzgün biz North Face yağmurluklarımızla gezerken. İşin garibi, biz de soğuk iklimden gelmemize rağmen sürekli üşüyoruz gölgede, rüzgar estiğinde ya da hava karardığında son birkaç gündür. Alışkın olmadığımız bir iklimde bulunduğumuzdan dolayı olsa gerek.
Çıkardığı sesten kapıyı anahtarla açamadığımızı anlayan casa sahibinin eşi, orta yaş üzerinde, hafif kilolu bayan siyahi ırka özgü neşesi ile bizi eve buyur ediyor. Kapıyı nasıl açacağımızı göstererek tekrar tekrar uygulattırıyor. Giriş formlarını doldurup çarşafları teslim aldıktan sonra pencerelerde tahta geniş aralıklı panjurlar olduğunu, cam takılı olmadığını görüyoruz. Bunun üzerine mis deterjan kokulu bir battaniye vermeyi öneriyor ev sahibi. Otelde gösteriye gideceğimiz için biraz daha giyimimize önem verip yemek yiyecek bir paladares arıyoruz eski Havana’da. Farkediyoruz ki, bir hafta önce kapalı olan birçok restoran, kafeterya, dükkan şimdi açık. Yılbaşı haftası olmasından dolayı uzun bir tatil yapıyorlar, özellikle aile işletmeleri. Daha önce kapalı olduğundan bulamadığımız Katedral Meydanı’ndaki paladarese giriyoruz. Sokağın hemen üzerinde sadece üç masasıyla aynı anda en fazla 12 kişiye hizmet verebilen bir yer. Hayli babacan tavırlı bir adam var ufak barın arkasında. Bize ne tür menüler verebileceklerini saydıktan sonra siparişlerimizi hazırlatmak için arka tarafa geçiyor. Bu sırada başka bir turist çift gelip diğer masaya oturuyor. Duvarlar fotoğraflarla süslü yerden tavana dek. Sanki bir ailenin salonunda oturuyoruz havası var etraftaki eski ev eşyaları ile. Ana menüsü balık olan güzel bir yemekten sonra, ki yine salatası, fasülyeli pilavı ve tatlısıyla hayli doyurucu, şehrin öbür ucundaki Hotel Nacional’a gitmek üzere yola koyuluyoruz. Şansımıza küçük beyaz-ımsı Lada taksilerden biri geliyor, tabii ki camları kapanmayanı. Malecon’da okyanusun kızgın dalgaları çarpıyor arabaya. Cadde su içinde kalmış.
Otel gişesinde biletlerimize kavuştuktan sonra gösterinin yapılacağı salona ilerliyoruz. Küba’ya yakışmayan çok modern bir sistemle içeri alınıyoruz. Ufak masalardan ve ufak sandalyelerden oluşmuş, büyük bir salon; kırmızı ağırlıklı. Bize gösterdikleri yere oturuyoruz, yerimiz güzel sayılır, önümüz açık. Az sonra yanımıza genç bir çift geliyor. Masalar sıkış tepiş olduğundan sığmakta biraz zorlanıyoruz. Garsona pina colada siparişi vermemiz sırasında yanımızdaki çiftle tanışıyoruz. Hollanda’dan gelen bu çiftin son gecesi imiş Küba’da. Birleşmiş Milletler’de çalışıyoruz deyip yaptıkları işleri ve iş için gittikleri ülkeleri anlatınca kıskanıyoruz; neyse ki o an gösteri başlıyor.
Gece eve varıp kapıyı açtığımızda üzerlerine battaniye alıp koltukta uzanan ve neşeyle televizyon izleyen casa sahiplerini buluyoruz karşımızda. İyi geceler diledikten sonra odaya geçip kat kat giyiniyoruz ilk iş. Tek kişilik yatağa sıkışıp (bir battaniyemiz olduğundan), diğer yatağın çarşafıyla panjurun hava deliklerini kapatmaya çalışıyoruz. Umuyorum ki uyandığımızda hasta olmayalım...
* Ana holde yere gömülü olan sahte 25 karatlık pırlantanın değişik bir öyküsü var. Gerçek pırlantanın asıl sahibi Rus çarı II. Nicholas olarak biliniyor. Küba hükümetine bu pırlantayı satan ise bir Türk tüccar. 1946 yılının Mart ayında pırlanta çalınıyor; ama 1946’nın Haziran’ında o sıralar başkan olan Ramon Grau San Martin’e esrarengiz bir şekilde geri dönüyor. 1973’te ise aslının bir kopyası ile değiştiriliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder