İsviçre Günlüklerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsviçre Günlüklerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ağustos 2019 Cumartesi

Yurtdışındaki Komşuluklar

Deniz aşırı ülkelerde komşuluk ilişkilerinde yeni bir davranışa rast geldim... 



Kabul etmeliyim ki misafirperverlikte biz Türkler'in eline su dökecek millet yok - belki Hindistan - bu yüzden az da olsa bir beklentimiz mi oluyor bilmiyorum...

Çocuktan önce 'İçkini kap gel, mangal yapıyoruz etini al gel' türü davetlerle karşılaştığımız İngiltere'de, bir süre sonra bu davranış normal geldi. Sonuçta gittiğin eve 'Ev hediyesi' götürmek yerine ya da tatlı götürmek yerine 'Ne getireyim?' diye sormak ve istenmeyecek bir sürpriz yerine verilen yanıta göre bir şey seçmek daha mantıklıydı. Biz de benimsedik; yemeğe çağırdıklarımız sorunca 'İçecek getir ya da tatlı getir' diyebildik. Böylece davetin tüm sorumluluğu da üstümüze kalmıyordu. Ağırlayan memnun, gelen memnun ne götürsem diye düşünmediğinden.

Bebek olduktan sonra, play-date ya da coffee morning buluşmalarına genelde eli boş gidilir ya da bakkaldan bir kutu çay/kahve yanına gidecek ufak bir şey götürülür. Her iki durum da normal bence; ya da şöyle diyeyim: 
İspanyol, Türk, Hintli, Polonyalı, İsviçreli, Meksikalı, Fransız, Uzak Doğulu, Romanyalı çoğunlukla ufak bir şey getirir. 
İngiliz, Avustralyalı, Alman, Amerikan, Avusturyalı belli olmaz, getirebilir de getirmez de...

Misafirlikte başıma gelen ilginç olaylara gelince...

İngiltere'de bir İngiliz arkadaşın evinde 6 aile toplanacaktık, biz hariç hepsi İngiliz idi. Herkes gelirken bir şey getirecekti; paylaştık. Yemek bitip de ayrılma vakti geldiğinde, meyve salatası getiren İngiliz, servis tabağında artan salatayı alıp evine götürdü. Sen olsan ne yapardın?

Sanırım ben; salatayı çöpe döker tabağımı geri alırdım. Ya da orada bırakır, tabağı sonra alırım derdim. Hatta bu kalan meyveleri bir tabağa dökelim, ben tabağımı alayım da diyebilirdim. Bu olay bana garip gelmişti. Hala da garip gelir.

Faakt onlara göre değil. Çünkü:

Amerikalı bir ev sahibine giderken kiş yapıp götürdüm. Yemekten sonra, eve dönerken tabağıma kişin kalanını koyup elime tutuşturdu. Yok dedim, olmaz! Asla kabul edemem :D

Geçenlerde Zürih'te evine kahve içmeye davet etti bir Amerikalı anne. Çocuklardan, okuldan konuşuruz dedi. Giderken de bir paket İsviçre bisküvisi götürdüm. Peki ne oldu biliyor musunuz? O anne beni masaya oturtup bir bardak su verdi ve oturduğum 1 saat 10 dakika boyunca 'Kahve içer misin? Çay ister misin?' demedi mesela... Hatta daha da garibi, ben otururken o karşımda mutfağını topladı, öğle yemeğine pizza ve salata yaptı. Konuştuğumuz sürece yanıma gelip 2 dakika sandalyeye oturmadı... Hatta 30 saniye oturup 'Kusura bakma, çocuklara yemek hazırlayacağım seninle oturamam' dese garip kaçmazdı; ama garip işte. O zaman dedim ki 'Yazık bu anneye... Kendisine 2 dakika oturup su içmek için bile vakit harcamıyor'. Bir daha görüşelim dediğinde ayrılırken, elbette; ama bu kez bende... dedim. Çünkü nasıl konuk ağırlanır bir de bizde görsün :-)

Öte yandan Hindistanlı komşum; heme bana gelirken mutlaka eli dolu gelir; hem de ben gittiğimde masayı donatır. Kahve için 5 dakika uğrasam da, yiyecek koyar mutlaka masaya.

İsviçreli ise boş gelmez; yemeğe davetliyse çikolata ve şarap kesin getirir. 

E sizde komşuluklar nasıl?


10 Mart 2019 Pazar

Gezgin Anne'den Seyahat Önerileri - Yeni Kitap



Sonunda... 
Nihayet, kitabımı yazmayı bitirdim. Basım aşamasında şu an...

Kitap adı biraz uzun oldu; ama hangi kısmını kesip atacağımı bilemedim. Bebekle hayatın ve seyahatin her aşaması birbirinden farklı ve keyifli, hamilelikte bile...

Üstelik ben bu yollardan 1 değil, tam 2 kez geçtiğimden kitapta denenmemiş, onaylanmamış yöntem yok :-)

Umarım beğenirsiniz...


Kitap Adı: Gezigin Anne'den Seyahat Önerileri, Hamilelikte, Bebeklerle ve Çocuklarla Yolculuk ve Tatil Rehberi
Yazar: Deniz Özgül
1. Basım: Mart/Nisan 2019

Satışı yakında: Idefix, D&R, Kitapyurdu, Google Books, Amazon, vb. online kitabevlerinde...


27 Eylül 2018 Perşembe

Ebeveynlerden Biri Yurt Dışına Giderse?

Yurt dışında yaşayınca çekirdek aile olarak kendi yağımızda kavruluyoruz çoğu zaman. Hatta her zaman! Bazı zamanlar oluyor ki, sevgili kocam iş için başka bir ülkeye yatılı gitmek durumunda kalıyor. İşte o zaman alıyor beni bir panik!

İki küçük çocuğum var. Evimin düzenini bilen başka biri yok. Evime düzenli gelen de yok. Tüm gün bir şekilde çocuklarla git-gel, okul-kurs, öyle-böyle geçiyor. Akşam onları uyutup sonra yattım mı geliyor bana kara düşünceler...

Ya uyur da sabah uyanamazsam. Uykumda kalp krizi geçirsem, ya da sebebi bilinmeyen bir şeyden ötürü bayılsam, felç olsam, uyanamasam ne olur diye...

Sonra senaryo canlanıyor gözümde; sabah bir vakit çocuklar uyanırlar, oyuna dalarlar. Sonra büyük, 7, okula gitmek aklına gelince beni uyandırmaya gelir. Fakat anne uyanmaz. Kardeşi de, 3.5, gelir.

1- Uyanamadım diye ağlarlar...
2- Uyanamadım deyip başımdan gidip oynamaya devam ederler ya da mısır gevreği yerler çünkü onu hazırlamasını biliyorlar...

Okuldan öğretmen arar niye gelmedi oğlan okula diye; ama benim telefonum uçak modunda olduğu için çalmaz. Babasını ararlar, o da genelde telefonlarını duymadığı ya da açmadığı için açmaz.

Çocuklar dışarı çıkmak isteseler, kapı kilitli. Anahtarı çevirmeyi becerirlerse belki dışarı çıkarlar; ama sonra? Ne yaparlar acaba?

Büyük oğlan telefonumun kilidini açmayı biliyor; ama uçak modunu değiştirmekten bir haber...

Sonra gazetenin 3. sayfasında çıkarız: Çocuklar ölü anneleriyle 35 saati aynı evde geçirdikten sonra balkonda ağladıklarını fark eden mahalleli tarafından kurtarıldılar...

Ya işte bu da yurt dışında yaşamanın en stresli olduğu zamanlardan biri. Aynı şey yolda da olabilir tabii ki. Okula, çocuğu almaya giderken gerçekleşen bir trafik kazası... Orada belki kimlik bilgisine ulaşmak daha çabuk olacağından olay daha hızlı çözülebilir. Sadece bir süre okulda annesi almaya gel(e)mediği için ağlayan çocuğu öğretmenlerin oyalaması gerekebilir. Görüldüğü üzere bu senaryoda da baba yok.

Sonra çocuklar alınıp nereye konulur? Babaya haber ulaşsa da, onun eve ulaşması Amerika'nın batı kıyısından 10-12 saat sürecek. Ölü anne, olmayan baba ve kimsesiz çocuklar! Hadi gel de uyu şimdi...

30 Haziran 2018 Cumartesi

Baş Örtüsü ve Bikini Sorunu

         

Üniversite yıllarına kadar baş örtüsünün sorun olduğunu bilmiyordum. İzmir'de büyümüş, Rum ya da hacı komşularımız olan bir semtte büyümüştüm. Herkes eşitti bana göre...

Üniversiteye başladığımdan sınıfta başı örtülü iki kız arkadaşımız vardı. Biri yurtta kalan, bizi 'dini muhabbetler' yapılan evlere davet ederdi. Gitmezdik. Çünkü o yaşlarda din ilgimi çeken son şeydi. Diğeri ailesiyle İstanbul'da yaşayan, başı örtülü olsa da bizim yaptığımız her şeye katılan, makyajını yapan, araba kullanan, bara da gelen birisiydi.

Son senemizde baş örtüsü ve üniversite olayları karşı karşıya geldi. Mağdur olan arkadaşlarımızın yanındaydık o gün. Çünkü ben mini etekle okula geliyorsam o da baş örtüsüyle gelebilirdi.

1999'da mezun olduğumda, Süleyman Demirel'in de diploma töreninde bulunduğu törene, baş örtüsüyle mi yoksa perukla mı katılacakları tartışılıyordu.

Sonra türban çıktı... Açıkçası baş örtülü arkadaşlarıma ne kadar destek verdiysem türbana o kadar karşıydım. Yıllardır olmayan bir şey ortaya çıktı ve iktidarın değişmesiyle her şey türbana bağlandı. Yattık türban, kalktık türban... Bu sırada elbette benim gibi mini etek, askılı bluz, bikini giyinenlere laf edilmeye başlandı. Resmen gruplaşma, kutuplaşma ve birbirini kötüleme. Biz de o çarkın içine çekildik zamanla.

Türban sorunu artık sorun değil; hatta tam tersi son yıllarda mahalle baskısı ile saçı-başı açık olanlar aleni şekilde hedef gösterilmeye başlandı. İktidarın türbanı koruduğu kadar açıkları da koruduğunu sanmıyorum. Hatta din adamı geçinen kişilerin özellikle kışkırttığını düşünüyorum.

8 sene Londra ardından 4 senedir İsviçre'de yaşıyorum. Bu süre zarfında başı açık-kapalı bir çok insanla tanıştım, çalıştım, aynı ortama girdim. Kimsenin bir diğeri hakkında yüzüne ya da arkasından laf ettiğini görmedim, duymadım.

Bugün alt komşumla karşılaştık; kendisi Hintli ve müslüman. Başında örtü yok. Plaja gideceğimizi söyledim. O da bana kıyafetle plajda durduğu için herkesin ona garip baktığını söyledi. Eşinin ailesinin hicab giyindiğini, kendisinin açık olduğunu; ama yine de mayo giymediğini anlattı. 'Boşver' dedim ona; ama açıkçası şaşırdım da. Benim gittiğim plajda birçok insan kıyafetiyle oturuyordu; kimi Doğu Avrupalı kimi İsviçreli. Göle girmek şart değildi ve onlara hiç 'dini' açıdan mayo giymiyorlar gözüyle bakmamıştım. Belki komşumu da aynı plajda görseydim, ona da dini sebeple giyinik demeyebilirdim. Fakat onu, bu durum rahatsız etmişti. Üzüldüm...

Bardağın diğer yönünden farklı bakabildim bugün yine eskisi gibi. Yapabileceğim bir şey var mı? Yok elbet! Azınlık olmak zor.

Tüm resme bakarsan ben de İsviçre'de bir Türk olarak azınlığım. Almanca bilmediğim için bir ortamda kimseyi anlamadığımda azınlığım. Ya da İsviçreli birisi 'Sen Türkiye'de türban mı takıyorsun?' deyince kendimi açıklamak zorunda kaldığım için azınlığım. Din konusu açıldığında azınlığım. İnce düşünürsek kendimizi ksııtladığımız öyle çok konu var ki; ama sanıyorum 40 yaş ardından bunların hiç biri 'takacak' derece dert olmuyor.

Boşverin onu bunu, ne isterseniz giyin. Kim nasıl giyiniyorsa giyinsin karışmayın. Laf etmeyin. İşiniz mi yok?






2 Haziran 2018 Cumartesi

Erkekleri Anlayamıyorum ve Uyku

Hayatımda son 7 senedir aynı evi paylaştığım 2 erkek var. Ondan öncesinde aynı evi paylaştığım erkek sayısı 1 idi. Ya eşim ya babam ya da üvey babam...

Son 7 senem çoğunlukla erkekler arasında geçti diyebilirim. Yine de onları anlayabilmem imkansız! Örneğin oğlum, neredeyse 7 yaşında, akşam zorla uyuturum... Uyku sevemeyen biri... Bu sabah 5:40'ta uyandı mesela. Uykusu gelmedi, gelmiyor. Gündüz hayatta uyumuyor, gece de!

Bir keresinde Avrupa'nın ortasından taa Japonya'ya uçtuk. Jetlag bile olmadı. Akşam 9'da uyudu, gece bir saat kadar uyanık kaldı; ama sabah 8'de uyandı. Güne normalmiş gibi devam etti.

Kocam ise, o da bir erkek, gündüz koltuk buldu mu uyur. Anında... Bazen ortadan kaybolur mesela, bakarsın bizimki içerde horluyor ev gürültüden inlerken. Akşam yatmak bilmez, sabah erken kalkar. Gün içinde ise yatay pozisyona geçecek an buldu mu maşallah davul çalsa umrunda olmaz.

Ben de küçükken gıcıktım. Sesten rahatsız olur uyuyamazdım. Korkardım uyuyamazdım. Uykum gelirdi, yatağımda değilsem uyuyamazdım. Yatakta aklıma birşey takıldı mı uyuyamazdım. Gece çişe kalktım mı uykum kaçardı, uyuyamazdım. Hala da öyleyim. Sacede uyuyamayınca daha sinirli ve huysuz oluyorum. Gıcık!

Eskiden uykusuz kalsam sorun etmezdim. Son 7 senedir ise uyandırıldım mı çıldırıyorum. Sinir, kızgınlık, huysuzluk... Genelde beni uyandıran da evin 'sabahçı erkekleri' oluyor. Çünkü genelde ben sabahları kendim uyanmak istiyorum. Kendi kendime...

Kızım canı isterse uyur, istemezse uyumaz. Uyumazsa sorun yapmaz. Uykusu gelirse sebepsiz ağlar.

Oğlumu ise bir gün hiç uyutmamak istiyorum bakalım ne yapacak? Kaç saat dayanacak?

17 Ocak 2018 Çarşamba

Aileden Uzakta Yaşamak

Bu sabah gözlerimi açtığımda aklımdan ilk geçen 'Yazık bize' oldu. Yazık bana demem de doğru tabii.



Akşam 6.5 yaşındaki oğlumun ateşi yükselmeye başladı. Gece yarısından önce ateşini ölçüp rahat uyusun diye ağrı kesici, ateş düşürücü bir şurup verdik. 3 yaşındaki kızımızın üzerini örttük ve yatağa gittik.

Eşim yorgundu ve biraz soğuk algınlığı geçiriyordu hemen uyudu. Ben telefonumdaki son paylaşımları ve mailleri kontrol ediyordum. Oğlum girdi odaya. 'Anne uyuyamıyorum, sizinle yatayım mı?' dedi. Ateşler içerisindeki çocuğu olmaz deyip geri gönderecek halim yoktu. Yatırdım ortaya, sıktım burun damlası, yastığını getirdim.

Hem horluyor, hem sıçrıyor, hem de kalbi güm güm çok hızlı atıyordu. Uyuyamadım. Telefonu elime alıp, Google'a sordum. 'Ateşi olan çocuğun kalbi hızlı atar mı?' Atarmış. Birkaç makale okuyup rahatlamış olarak yattım gene saat gece yarısını geçerken.

Oğlum kıpırdanmadan yatamıyordu. Rüyalar görüyordu. Ben de elimle ateşine bakıyordum sık sık. Örttüğü örtüyü açıyordum falan. Bir ara kocamın kalkıp yastığını alıp gittiğini gördüm. Oğlan deli fişek gibi yerinde duramıyordu. Horluyordu. Yatağın diğer ucuna götürdüm. Zaten kıpırdanıyordu; ama bana değmezse belki dalardım.

Bu çocuk her gece böyle kıpırdak mı uyuyordu? Yoksa ateş miydi bunun sorumlusu? Düşünerek daldım, ta ki sırtıma tekme yiyene dek. Sanıyorum sabah 6'ya dek yarım yamalak uyudum. Tıpkı bebekliğindeki gibi. 6'da uyanıp tuvalete gitmek istedi, koridorda kustu. Ortalığı temizleyip tekrar yattık. 7'ye dek tekrar kustu; sonra kalkmak istedi.

Sonra bayılmışım. Arada kızımın sesini duydum, o da uyanmıştı. Gözümü açıp kalkayım diyordum sonra gerisin geri uyuyakalıyordum. Sonunda kocamın odaya girip çekmeceleri açıp, ışığı yakıp giyindiğini fark ettim. Bu sefer gözümü açtım kalkayım diye saat 9'a geliyordu. İşte o an kafamdan 'Yazık bize' cümlesi geçti.

  1. Bana yazıktı, tüm gece uyuyamamıştım. Kalkıp biri hasta diğeri 3 yaşında kıpırdak iki çocuğa bakmam gerekiyordu tüm gün.
  2. Kocama yazıktı, kendisi biraz hastaydı ve yine de kalkıp çocuklara kahvaltı hazırlamıştı, ben uyurken de onları oyalamıştı.
  3. Küçük kızıma yazıktı; tüm gün hasta abisi ve perişan annesi yüzünden evde kapalı kalacaktı. Muhtemelen televizyon ile oyalanmak zorunda olacaktı.
  4. Oğlum hastaydı zaten, acı çekiyordu yazık.

Halbuki annem aynı şehirde yaşasaydı ya da kayınvalidem ya da halam, kardeşim, kuzenim verirdim küçüğü ilgilenirdi. Biz de rahat rahat sefil sefil yatardık oğlumla tüm gün.

İşte böyle sevgili günlük; aileden uzakta yaşamanın zorluklarından biri de bu. Geberiyor olsan da çocuklara bakman gerekiyor, ayağa kalkman... Haydi kolay gele...

8 Nisan 2016 Cuma

'Ya Adam Beni Seviyor!'

Dün buluştuk 3 kadın, 3 anne. Üçümüz de evliliklerimizin 8 yılını geride bırakmışız. Hatta bizimki 10 olacak bu sene...

Ordan burdan konuşurken laf geldi kocalarımızı çekiştirmeye. En çok konuşanımız başladı anneliğe ne kadar kendini adadığına ve çocuk yüzünden kocasını çok ihmal ettiğine dair anlatmaya. Hepimiz bir şekilde kocamızı ihmal etmiştik tabii ki. Bebek ile yaşamak kolay mı? Bazı kocalar da karısını ihmal etmişti bebeği ön plana alarak. Örneğin benimki. Onunki ise kendini dışlanmış görmüş, arkadaş toplantılarına yalnız gitmeye başlamıştı bebek ardından. 'İyi ki beni aldatmadı' dedi. Şimdi bile 6 yaşını geçen kızını bırakıp bir yere gitmediğini söylüyor. Kocası ise, 'Artık büyüdü, karı-koca baş başa kaçarız bir yerlere' diyormuş. Durdu. 'Ya adam beni seviyor, benimle vakit geçirmek istiyor, muhabbetimi seviyor' dedi.

Ne güzel...

Ben ve diğer anne ses çıkarmadık. Ben emin değildim kocamın beni hala o kadar sevdiğinden, benimle baş başa vakit geçirmek isteyip istemediğinden. Hatta muhabbetimi sevdiğini bile ima etmemiştir şimdiye dek. Belki yeterince olgun bir ilişkimiz yok henüz. Dedim ya ikimizin de önceliği çocuklar. Belki çocuklar daha küçük, daha çok bize bağımlılar. Belki de bizim normalimiz bu. 5 yıldır gözlerimizin içine bile bakmadığımızdan belki birbirimizi anlamaz olduk bakışlarımızdan. Hayatımızdaki küçük insanların gözlerinin içindeyiz çünkü. Onların ellerini tuttuğumuzdan, birbirimizin eline dokunmayı unuttuk. Dengeyi kuramadık sanıyorum.

18 Şubat 2016 Perşembe

Çıplakmış Gibi

Son yıllarda, Avusturya ve İsviçre’de gittiğimiz otellerde spa kavramını daha çok duyar olduk. Saunalar, bir otelde olmazsa olmaz bu ülkelerde.

Saunada takılmak bana yaşlı işi gelirdi. Baran’a da şişman işi. Fakat bu ülkelerde çocuklar bile saunaya gidiyorlar. Ben de AquaDome’da gittim. Baktım ki kapılarda ‘NO textile’ yazıyor. Yani çıplak girmek mecburi. ‘Yok ya!’ Kim girer çıplak diye düşünürken, camlı bir kapı önünden geçtim; içersi tıklım tıklım dolu. Üstelik hepsi çıplak! 

‘Abov!’ Kimsenin umrunda değil. Sıkıyorsa bunu Türkiye’de yapın da neler oluyor. Millet kırmızı ruj sürüp, dar pantolon giydi diye tecavüze uğrayabilir damgası yiyor. Hatta damacana veya kedi olmak bile bazı erkeklerin libidosu için yeterli.

Neyse ben relaxation bölümünde çay içmekle yetindim o tatilde. Sonra başka bir yere gittik gene Avusturya’da. Çocuklu bir otele, ayrıntılar burada.

Çocuğun birini kayağa gönderdik, diğerini uyutup kreşe bıraktık. Karı-koca bir spa yapalım dedik. Kapıda ‘No textile’ yazmıyordu. Mayolarımızla gireriz diye düşünürken bir de baktık millet çıplak geziniyor. ‘Gene mi?!’ diye bir utançla karışık telaş aldı bizi. Yani ben senin oranı buranı görmek zorunda mıydım? Akşam gelip de yan masaya oturduğunda nasıl yemek yiyeceğim kardeşim?

Neyse, Baran dedi ki ben belime havlu sarayım. Nasıl yani? Mayonun üzerine, mayo yokmuş havası yaratmak için havlu sardı. Ben de yaparım dedim. Bikini askılarını indirip, üzerime havlu sarındım. Çıplakmış gibi yapıp milleti kandırdık. Halbuki mayomuz içimizde! Hahaha!...

Böylece gavurun sauna ve spa kültüründe ayrımcılığa uğramadan kardeş kardeş buhar banyosu yapabildik. Gösteren memnun saklayan memnun.!


Niye biz Türkler böyleyiz yahu? Herşey ayıp, günah, yasak. Bizim çocuklar iki farklı kültür içinde kalıp nasıl olacaklar kim bilir?

6 Eylül 2015 Pazar

İnsan Birini Arar Çünkü...

Çünkü sadece kendisini dinleyen, söylediklerini anlayan birisi olsun diye...


Kocasını, annesini, kardeşini, hatta çocuklarını çekiştirmek ister. Konuşup rahatlamak ister. Derdini, sevincini paylaşmak ister. Bunu yapmak için arkadaş ister.

Bunları yapamazsa, evde sürekli söylenir. Kocasına, çocuklarına söylenir. Çünkü doludur bir şekilde. Ha arkadaşları ne yapacak ki, derdine çare mi bulacak ki dersen? Şöyle yapar genelde...

'Haklısın' der... 'Merak etme, bizde de durum aynı' der... Ya da geçen ay aynıydı, ama şöyle oldu, böyle bitti, der. Anlarsın ki yalnız değilsin. Herkes bunu yaşamış, yaşıyor. Ben yalnız değilim. Sorun ben değilim, benim kocam değil, çocuklarım değil, dersin sevinirsin... Sevinmesen de rahatlarsın.

Ya da arkadaşın şöyle de diyebilir. 'Haklısın böyle düşünmekle... Ama bir de şöyle bakarsan onun da şusu, busu vesairesi' diye anlatarak senin olaya bir de öbür türlü bakabilmeni sağlar.

Her ikisi de terapi... Özellikle evdeysen, ya da konuşacak kimsen yoksa etrafında, işler sarpa sarar. Çocuğunu dert ortağı görüp ona yakınırsın. Kocanı arkadaşın sanar ona yakınırsın. Sonra ikisi de tokat gibi sana gereken cevabı verirler. 'Bana ne?' 'Yeter!' 'Off... Sanki hayat bir sana zor' ya da 'Bıktım artık senin dırdırından...'

Böyle konuşan kocanız, çocuğunuz varsa hemen kendinize arkadaş bulun...

Nasıl mı? Hmm... Orası en zoru işte.

En güzel arkadaşlıklar okuldan kalanlar. Seni uzun yıllardır bilirler. Eski sevgililerini, ne istediğini, ne ile mutlu olup ne ile üzüldüğünü, aileni, ailenin seni nasıl yerdiğini/takdir ettiğini, akrabalarını, başından geçen birkaç güzel/kötü olayı bilirler. Senin neye, nasıl tepki vereceğini de bilirler. Çünkü yanında olmuşlardır.

Sorun, eğer okuldan kalan arkadaşların yoksa? Konu-komşu ile idare edebilirsen ne mutlu. Fakat, benim gibi arkadaş bulmakta özürlüysen, seninle klik edecek insanlar ararsan ve hele de ülke, şehir değiştirip durursan bu hiç kolay değil.

Bu ülkede bir senedir bulabildiğim en yakın arkadaş, kocamın müdürünün karısı örneğin. Şimdi ona gidip kocamın beni sinir eden laflarını mı anlatayım? Hiç tanımadığı-görmediği ailemin bir olayda bana davranışlarından nasıl alındığımı mı dertleneyim?

Bazı şeyler var ki, ne ailene, ne kocana anlatabilirsin. Diyelim kocan ters bir gününde sana çok ters bir şey etti. Gidip bunu annene, kardeşine anlatamazsın. Anlatırsan, kocanla aralarını bozarsın. Kızkardeşim gelip kocam bana vurdu, dese. Ben sinirden köpürürüm. Birkaç gün sonra o kocasıyla sarmaş dolaş olur; ama ben ona hep vuracak zanneder, uyuz olurum. Ne oldu? Aramız bozuldu!

Aynı şey kocanla da olabilir. Annen/baban sana ters bir laf etmiştir. Çok bozuksundur. Bunu kocana anlatırsan, yandın! Kocan onlara başka gözle bakacak, yeri gelince de o anları koz olarak kullanacaktır: 'Hee git annenin evine de sana şu zamanda yaptıkları gibi, şöyle böyle desinler!'

Kaldın mı ortada!
İşte en güzeli, canım arkadaşlar... Hem destek olur, hem seni satmaz, hem anlattıklarını evirip çevirip kocana/ailene anlatmaz. Kişisel algılamazsın dediklerini, eleştirilerini. Çünkü gerekince aynısını sen de yaparsın. Art niyet olmadan, içtenlikle. Onun iyiliğini istediğinden...

Bu yazımı beni arkadaşı kabul etmiş kadın dostlarıma adıyorum...

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Artık Pazartesileri Hiç Sevmiyorum

İşe bile gitmiyorsun, nedir derdin Pazartesi ile derseniz. Son 3 haftadır yaşadığım Pazartesi günlerimi anlatayım size.

Sabah 6-7 uyanma, 8'e dek kahvaltı ve ardından Alaz ve babayı okula/işe yollama. Sonrasında ise çamaşırlar, hafta sonu ev ve mutfak dağınıklığı derken Beliz'i uyutma, biraz blog işlerine biraz ev işlerine takılma 11'e dek. Buraya kadar güzel...

11'de Alaz'a ve Beliz'e öğle yemeği hazırla. Piknik yapılacak şekilde...
11:20'de hala uyanmamışsa Beliz'i kaldırıp hazırla ve evden aceleyle çık.
15 dakikalık yolda, yokuş yukarı bebek arabası it.
11:50'de Alaz'ı al.
Bebek arabası ve Alaz hızında göl kıyısına 10 dakikada in; çantadan yiyecekleri çıkar. Alaz ve Beliz öğle yemeği yesinler. 12:20'de yemeğin ortasında Alaz kıpırdanmaya başlasın: 'Kakam geldi anne...'

12:40'taki spor dersine 20 dakika var. Eve yürüsem 10 dakika, okula yürüsem 10 dakika. Kaka yapma süresi en az 10 dakika.
Ben: 'Emin misin? Kakanı tutabilir misin?'
'Anne, çok geldi.' diye poposunu tutar.
Toparlanmaya başlarım. Beliz'i bebek arabasına koyarken, itiraz eder. Eve gidersek derse yetişmemiz imkansız. 'Tamam, okulun tuvaletine gidelim'
Alaz: 'Hayır, eve gidelim'
Ben: 'Eve gidemeyiz, uzak, okula gidelim, bebek arabasının ucuna otur' derim.
Yokuş yukarı arabayı sürmeye başlarım. Bir an gelir, itmem imkansız olur: 'Alaz, şimdi in. Şu kısmı geçelim, sonra gene binersin'
Alaz: 'Kakam geçti, yok!'
Nee... Koştura koştura yokuşu Beliz 9 kg, sen 15 kg, bebek arabası 10 kg ittim ya ben!!!

(Geçen haftaki olayda, piknik esnasında aynı muhabbet ve yine bebek arabası üzerinde kakası gelmiş Alaz'ı eve doğru götürüyordum. Yolu yarıladığımızda şarkı söylüyordu. Len, dedim. Kakan var mı senin? 'Yook, geçti' dedi. O an 180 derece arabayı döndürüp, gerisin geri okula yürümeye başladım. Kan ter içinde elbette)

12:35 Okulun spor salonuna varırız. 12:40'ta ders başlar. Peki Deniz'in çilesi biter mi?
HAAYIIIIR...

Hafta sonu boşalan buzdolabına 1-2 birşey almalı, acil ihtiyaç listesi hazır. Koşar adım yine, 10 dakika mesafedeki; ama yokuş yukarı markete git. Markette kalan vakte göre hızlıca veya ağırdan alışveriş yap. Bu esnada Beliz'in eline birşeyler tutuştur, sıkılmasın.

13:15'te kasa işlemini bitirmiş ol, marketten çık. Okula yürü. Beliz huysuzlansın; çünkü uyku saati geldi. Üstelik sürekli bebek arabasındaydı, yerde gezinemedi, tepinemedi, tırmanamadı, annesinin kucağına gelip oynayamadı bile.
13:23 Okulun spor salonunda ol, dersi biten Alaz'ı giydir, giyinmesine yardım et.
Birbirlerini görünce kuduran Beliz'i ve Alaz'ı sakinleştirmeye çalışarak okuldan uzaklaş. Alaz'ın yürüme hızında eve doğru ilerle.

13:45'te (iyi ihtimalle) evde ol. Posta kutusu ve asansör önünde Alaz ile laf yarışı yap, eve çıkmaya ikna et. Nihayet evdeyiz; Beliz'i yere indir, o kapıdan dışarı kaçmaya uğraşırken ve Alaz onun üzerine çullanırken marketten aldıklarını yerleştir, sadece buzdolabına girecekleri.
Alaz'ı ellerini yıkamaya göndermek için söylen. Ayakkabılarını çıkarması için söylen. Beliz'i rahat bırakması için söylen. Kapıyı kapat.
Alaz'a söylenirken, Beliz'i kap, elini-yüzünü yıka. Kaka yaptığını farket ve bezini değiştir. Uyku saati geçtiğinden ahtapot gibi yerinde durmasın. Tulumunu giydir, emzirmek için yerine otur. Oh be dünya varmış, popom yer yüzü gördü diye rahatlayıp, meme verirken Alaz içerden bağırsın: 'Anne, kakam geldi'
Beliz'i memeden ayır, yatağa bırak, ağlamaya başlasın. Alaz'ı tuvalete oturt ve tembihle 'Sakın ben gelmeden kalkma, bitse de beni bekle'
Ağlayan Beliz'i sakinleştir. Meme ver, kucakla. Gazını çıkarmaya çalış, çıkmasın. Ayağa kalk, odada 2 tur at, normalde çabucak çıkan gaz bu kez çıkmasın. Biraz daha evirip, çevir, 4 tur at. Gazı çıkınca yerine yatır.
Alaz'a doğru yürürken terden ıslanmış kıyafetlerini çıkar. Bir bardak su iç. Alaz'ın kakalı popoyla yerinden kalktığını, etrafı kakaya buladığını gör. Çıldır! Etrafı ve Alaz'ın poposunu temizle, sonra 3 saattir tuttuğun çişini yap. Alaz'ın ellerini, yüzünü yıkamasına yardım et. O da aynı anda televizyon pazarlığı yapsın.

O an yorgunluktan herşeye ok, de. Sıcak beynini uyuşturmuştur zaten. Marketten gelenleri yerleştir, Alaz'a ve kendine yiyecek birşeyler hazırla. Saat 14:40 (iyi ihtimalle) koltuğa kendini at. Sadece 1 saatin var. Sonra akşam yemeği, oyuncak kavgası, acıktım mızırdanmaları başlar, baba eve gelene, herkes yemek yiyene dek...

Not: Hava son 3 haftadır her Pazartesi günü 30 derece üzerinde ve güneşli. Yani hesaplamaları yaparken oda sıcaklığını değil, 30 derece ve güneşi baz alın...

Öbür Not: Bu günlerde kilo kaybettiğim kesin. Zayıflamak isteyene önerilir...

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Frau* : İsviçreli Yağmur Sevmez

Mayıs'ın son Pazartesi günü bazı dini sebeplerden ötürü İsviçre'de tatildi. Cuma, Cumartesi, Pazar derken Pazartesi de tatil olunca artık tüm aile bireyleri birbirinden kusar hale geldik. Yok, Alaz hariç. Beliz ise sürekli kustu, kesin ondan!

Neyse...

Epeydir her Pazartesi akşamı, çocukları babaya bırakıp - Beliz'i uyutup - yürüyüşe çıkıyordum. Fakat bu akşam işler uzadı. Yemeğe oturmamız 7'yi geçti; ben Beliz'i yıkayıp uyuturken, yemek hazırlamak babaya kalmıştı. Yemekte şarap yanına İtalyan Taleggio peyniri çıkardık, Alaz sahte doğumgünü yaşadı hediye açtı falan derken 8'de hala sofradaydık. 'Benim spor da kaynadı' dedim. 'Git' dedi eşim. 'Yağmur yağıyor, hava kararmaya başlamış, hala yemekteyiz, şarap içtik' derken bahanem çoktu. Neyse...

Yemek sonunda çöp çektik kim Alaz kim mutfak diye. Bana mutfak çıktı. Sevinsem mi üzülsem mi? derken... 'Yürüyüşe gidersen mutfağı da toplarım' dedi eşim. Neooğ! 30 saniye içinde kapının önünde hazırdım. Blöfünü görünce şaşırdı tabii... Ummamıştı bence.

Yağmur çiseliyordu ben göl kıyısında indiğimde. Caddeden birkaç araba geçti, insan namına kimse yoktu. Ördekler bile kıyıya çıkmış, birbirine sokulmuş uyuyordu. Az ilerde durmuş göle bakan yaşlı bir adam vardı 5. dakika sonunda. Çorap üzerine Crocs terlik giymişti, dikkatimi çekti. Yanından hızla geçip yürüdüm. Hava gittikçe ve hızla kararıyordu. Göl kıyısından ara sokaklara saptım dönüşe geçince. Genelde aynı yoldan yürümeyi sevmem. Yağmur da şakır şakır olmaya başladı.

Evlerin arasında, ıssız ıssız ilerlerken başıma bir iş gelse kimse yarın sabaha dek beni farketmez diyordum içimden. 30. dakikada artık eve yakın tanıdık sokaklardayken bir baktım karşıdan bir adam geliyor. Oh be! İkinci insanı da gördüm nihayet derken, yaklaştı ve yaklaştı. Bir de baktım benim Crocs'lu amca. Haha, dedim güldüm kendime çok.

Yağmurda ıslanırken sevindim birden. Hep çocuklar olurdu yanımda ve aceleyle kaçmak gerekirdi yağmurdan ıslanmayalım diye. İlk kez keyifle yürüdüm ve aklıma Kumdan Kaleler'in şarkısı geldi nedense;
'Yeter ki sen son bir defa özgürlükten bahset bana...
Yeter ki sen son bir defa gör kendini gözlerinle...'


* Frau, Almanca'da kadın demek ve bana gelen tüm mektuplarda Frau yazıyor...

13 Eylül 2014 Cumartesi

İngiliz Ehliyeti

Mayıs ayında İngiliz ehliyetini almaya hak kazandım. Zor olmadı; ama çok ders aldım diyebilirim. Zaten 15 hata yapma hakkım vardı, sadece 4 hatayla bitirdim günü.

İngiliz ehliyeti, bana Avrupa Birliği Ülkeleri'nde de araba kullanma imkanı sunuyor. En çok bu açıdan sevindim; çünkü geçen ay İsviçre'ye taşındık. İsviçre'de de Türk ehliyetini sadece bir sene kullanabiliyorsun. Daha sonra pratik sınava girmen gerekiyor. Pratik sınavdan kalırsan önce teorik, sonra pratik sınav süreci var. İşin asıl zor olanı, teorik sınavı İsviçre'de konuşulan yabancı dillerden birinde almak gerekiyor; Almanca, Fransızca veya İtalyanca. Bu dillerde değil konuşmak, 2-3 kelime bile zar zor biliyorum. İngiliz ehliyetimi almasam benim için İsviçre'de araba kullanmak ancak bir sene sürecekti.

Neyse ki yıllarımı alsa da, sürekli ertelememden ötürü, İngiliz ehliyetimi aldım. Sırada İsviçre'de araba almak var...

8 Ağustos 2014 Cuma

Yaşadığım Ülkelerde Sağlık Düzeni Nasıl?

Türkiye’deki yıllarımda üniversite, gençlik derken hiç doktora doğru düzgün gittiğimi hatırlamıyorum. Yılda 1 kez dişçiye giderdim, onu da kendi cebimden öderdim. Özel sigortam yoktu, devlet hastanelerinde dişçiye gitmek ise hiç önerilmezdi. Birkaç kez Kızılay Hastanesi’ne cildiyeye gittim; onu da nakit ödedim.

Çocukluğumu hatırlamıyorum bile; sadece bademcik ameliyatı için gittiğimiz özel bir doktor vardı İzmir’de. Onun dışında ailemin götürdüğü dişçiler de hep özeldi.

Londra’ya gittiğimde ilk şaşırdığım şey sağlık sistemiydi. GP denilen bir sağlık ocağına kayıt yaptırıyordun ve oradaki doktorlardan istediğine gidip görünebiliyordun. Tek sorun randevu almaktı. Son birkaç senedir onu da internet üzerinden yapabiliyorduk; ki kendime göre rahatça ayarlayabiliyordum. Eşimden dolayı özel sigortamız vardı; ama özel hastaneler gerçekten özel ihtiyaçlar içindi. Örneğin 3-5 ay değişik tedavilere cevap vermeyen bir cilt lekesi ya da bel ağrısı için fizyoterapi gibi. Diş için de eşimin şirketinden özel sigortamız vardı; o nedenle dişçiye ücret ödesek de sigorta bize geri ödüyordu. O nedenle İngiltere dişçiye 6 ayda bir düzenli gitmeye başladığım bir ülke de oldu aynı zamanda. İhtiyaç duymasam da, eve mektup gönderip kontrol zamanı diye haber veriyorlardı.

Hamile kaldığımdaysa İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) bambaşka bir yüzünü gördüm. Hamileye her ay ultrason yoktu; ama her türlü tedavi, bakım, ilaç, doğum, emzirme eğitimi ve hatta dişçi ücretsiz. Hem de bebek 1. yaşını doldurana dek. Yani hamilelik yüzünden uygulanamayan tedaviler doğum sonrasında yapılabilsin diye. Down Sendromu testleri deseniz gene ücretsiz, tek sorun az ultrason - düşük riskte hamileyseniz sadece 2 - olmasıydı. Fakat onu da özel bir kliniğe gidip bakmıştık oğluma hamileyken. Ne de olsa ilk bebek, insan daha çok merak ediyor… Doğum için sevk edildiğim hastane odalarında suda doğum isteyene jakuzi bile bulunan sıradan bir devlet hastanesiydi. 42. hafta sonunda - evet, 42 hafta normal doğum olsun diye bekledikten sonra- epidural sezaryen oldum. Beş kuruş harcamadan hastanede 3 gece geçirdik ve şansımıza eşimle birlikte özel bir odada kaldık.

İkinci hamileleğimdeyse gördüğüm ilgi ilkinden farksızdı. Hatta yaşımdan ötürü (35 yaş üzeri) ‘high risk’ kategorisinde olduğumdan daha fazla kontrole maruz kaldım ta ki 25. haftaya dek…

Sonra İsviçre’ye taşındık! Burada herşey daha bir farklı. Özel sigortan olmak zorunda. Özel sigortanın karşıladığı bir jinekoloğun olmak zorunda. O jinekolog seni, senin sigortana göre seçtiğin hastaneye sevk etmek durumunda. Benim durumumda, halihazırda hamile olduğumdan ancak en basit sağlık sigortasını alabiliyorum. Her jinekolog beni kabul etmeyebiliyor. Spa gibi olan özel hastanelerde doğum yapamıyorum, devlet hastanesine gitmek zorundayım. Gerçi duyduğuma göre, devlet hastaneleri bile İngiltere’dekilerden çok daha iyiymiş. Normal doğum sonrası bile birkaç gece hastanede kalmak gerekiyor, oysa İngiltere’de herşey yolundaysa 6 saat içinde bebekle anneyi tahliye ediyorlardı. Kısacası burada birçok kademe ve bilinmez var önümde. Üstelik diş için özel sigorta bile yok. Hatta bir dolgu fiyatı sordum; 300-500 Frank arasında dediler…

Sanırım İngiliz sağlık sistemini arayacağım burada. Biliyorum ki İngiltere’de birçok insan ondan şikayetçiydi. Belki de ben şanslıydım. Umuyorum iki numara ile de şansımız yaver gider ve herşey yolunda, hatta umduğumdan daha iyi geçer.