31 Aralık 2009 Perşembe

Küba Günlüklerim - 1. Gün



31 Aralık 2009: Alacakaranlıkta uyandığımda ilk an neredeyim karmaşası yaşadım ve Havana’da olduğumu farketmem birkaç saniyemi aldı. Hemen pencereye koşup ayın okyanusa yansımasına taa ufukta Miami’nin ışıklarını görebilme umuduyla baktım 9. kattan. Ay ışığında manzara çok güzeldi. Hemen yatıp uyudum tekrar heyecanla karışık mutlulukla.


Sabah 7 civarı arabaların gürültüsü, horozların ötüşmesi, çocukların bağrışması, alt kattan gelen reggaeton* tarzı müzikle açtık gözlerimizi. Şaşkındık bu sesler karşısında; Londra’da çıt çıkmayan sabahın körü denen bir saatte bu şehir çoktan hayata başlamış. Hemen pencereye koştuk tekrar ve bu seferki manzara bizi dumur etti. Çok eskiydi herşey çok. Gece görünmeyen yıkıntı, çirkin, eski ve pis görüntü güneş altında iyice parlamıştı. Çatılar beton dökülmüş bahçelerdi. Birinde çocuklar top koşturuyor, diğerinde köpekler aşağıya havlıyor, bir başkasında tavuk-horoz geziniyor; ama çoğunda rengarenk çamaşırlar sallanıyor. Havana daha ilk dakikadan itibaren herşeyi ile rengarenkti bize.

Çatpat anlaştığımız yabancı dillerle Nazım Hikmet muhabbeti sonrasında Vinales’teki casayı bizim adımıza arayıp 3. gün orada olacağımızı söylemesini rica ettik. Casalar müşteri olmasa da devlete vergi verdiklerinden geç vakit ulaşacağınız zaman mutlaka arayıp haber vermeniz gerektiğini okumuştuk gelmeden önce. Yoksa sizden önce giden birine odanızı verebilirler. Güzel casa’mızın bayan sahibi Amerika’ya çocuklarını ziyarete gitmiş olduğundan eşi Manuel bize kahvaltı veremeyeceğini söyledi. Kahvaltı olmamasının verdiği hayal kırıklığıyla – çünkü trip advisor yorumlarında çok güzel kahvaltı hazırladıkları yazılı – ama yaz havası coşkusuyla kendimizi sokağa attık. Hemen 100m ilerde Prado üzerinde tek canlı yer görünen kafeye kahvaltı etme umuduyla oturduk. Garson kız hem bizi süzdü uzunca hem de kahvaltı olarak jambonlu-peynirli sandviç, meyve suyu ve kahve verebileceğini söyledi. Bahşişle birlikte 12CUC bırakıp Havana’nın çok da ucuz olmadığını düşünmeye başladım. Domuz eti yememe lüksümüzün bazen olmadığını ise daha sonraları farkedecektik. Kapının önünde biri bizi durdurup nereli olduğumuzu, ne zaman geldiğimizi ve nerede kaldığımızı sorduktan sonra, bize 10 metre ilerdeki köşede peso ile satış yapan barakayı gösterip cebinden Cuban peso çıkarttı ve bizden de CUC istedi. İkisini karşılaştırıp bize farkını anlatırken aklımdan buraya gelmeden önce okuduğumuz dolandırıcılık hikayeleri geçti. CUC isteyip sonra el çabukluğuyla sana peso geri verenler gibi... Baran da bunu farketmiş olmalı ki adam sözünü bitirir bitirmez verdiği parayı adamın elinden geri çekti hızlıca. İlk jinetero (Küba'da turistleri kandırarak para almaya çalışanlara verilen ad) maceramızı kazasız atlattık diye konuştuk hızla Devrim Müzesi’ne (Museo de la Revolución) doğru ilerlerken.

Havana’da görülmesi gereken ilk ve en önemli müze listemizde Devrim Müzesi. Askerlerin, etrafında 24 saat nöbet durduğu bir yer. Küba tarihine kısaca göz atmak için adım atılması gereken ilk noktalardan biri. Bahçesinde devrim çatışmaları sırasında kullanılan araçlar ile Fidel ve Che de dahil olmak üzere 81 devrimciyi 1956’da Küba’ya taşıyan camekanla çevrili Granma adlı 18 metrelik tekne de bulunmakta. Camekanın nedeni ise; Kübalılar’ın onu çalıp Amerika’ya kaçmasını önlemek! Yaklaşık iki saatimizi geçirdikten sonra kendimizi sokaklara atmaya karar verdik. Lonely Planet rehberindeki Old Havana yürüyüş turunu yaparak etrafımızı tanıyalım istedik. Yanımızdan geçen herkes “Hola!” diyerek bizi selamlıyor. En çok gördüğümüz manzara sokakta bütün domuz çeviren insanlar. Uçakta tanıştığımız Carlos geldi aklımıza; yılbaşı gecesine hazırlık olmalıydı bu domuz çevirme...




 Empedrado sokağında elinde yarım purosuyla yanımıza gelip sarılan ve fotoğraf çektiren orta yaşlı kadının bu samimiyetinin nedeni muhabbet sonunda para isteyecek olması. Bu tür şeylere alışmamız birkaç saatten fazla sürmedi. Her bize yaklaşan tokalaşıp tanışıyor, sorular soruyor, önerilerde bulunuyor; ama konuşma sonunda da ya çocuğum var birşey al, ya sigara var gel satayım, ya da salsa festivali var gel götüreyim diyordu. Bu tür kandırmacaları Küba’ya gelmeden önce internette okumuş olmamıza rağmen bu samimi insanlara arada bir biz de kanmadık değil. Kötü bir amaçları yoktu; ama öyle sıklıkla oluyordu ki bir süre sonra “off” dedirtiyordu. Tabii ilk bakışta turist olduğumuz anlaşıldığından ilk gün epey bir rahatsız edildik.

Mercaderes caddesi üzerinden Vieja meydanına, Obispa’dan Katedral meydanına tüm sokakları dolaştık bakına bakına. Herkes sokaklarda. Her evin balkonundan müzik sesleri yayılmakta. Hep mi böyle bu Küba yoksa yılbaşı gününe özgü mü bu neşe? Katedral meydanı o gece en paralı turistleri ağarlayacakmış yeni yıl nedeniyle. Masalar, sandalyeler, örtüler, çiçekler, sahneler, ışıklar ve müzisyenler hazırlanmaktaydı akşam ziyafetine. Küba’nın ünlü meydanında bir gelenekmiş bu yemek, kişi başı 100 CUC’tan başlayan. Tabii ki halkın geleneği değil, otel sahiplerinin, müşterilerine sattığı bir gelenek! Akşam gelir bakarız ortama diyerek sokak aralarındaki turumuza devam ediyoruz. Obisba üzerinde ne arasak var; turizm ofisi, döviz bürosu (Cadeca), şişe su satın almak için marketler, peso pizzacıları, hediyelik eşya pazarı. Hemen yanımızdaki sterlinglerin bir kısmını CUC’a, CUC’un az bir kısmını da halkın kullandığı pesoya çevirttirdik. Bitki kokuları satan dükkandan Plaza de Armas kitapçılarına, Plaza de San Francisco de Asis'e ve civardaki Dünya mirası koruması altındaki ara sokaklara dalıp çıktık. Bir iki adımda farketmeden kendimizi Dünya mirası sokaklarından halkın sokaklarında buluyorduk. Herşey içiçe burada. Çikolata Müzesi (Museo del Chocolate) önündeki kuyruğa biz de katılarak bir süre bekledikten sonra içeri girip Kübalılar’la birlikte meşhur çikolatasından içip ve Kübalılar gibi ödedik hesabı da. Çok hoşumuza gitti bu iş. Çıkar çıkmaz Obisba üzerinde peso ile pizza satan küçük dükkanları arayıp bulduk ve 10 pesoya (0,56 YTL) peynirli ve domatesli sokak pizzasını paylaştık. Bir bütün pizza yememek benim fikrimdi; çünkü yağı, peyniri bize dokunur diye korkuyorum daha ilk günden mide ve barsaklarımız bozulmasın diye.




Hemen hemen her yer birbirine yakın Old Havana’da. Gezi kitabında San Rafael’de Havanalılar’ın bol olduğu, lokallere hizmet eden yeme-içme yerleri ve dükkanlar bulunduğu yazıyordu. Biz de Obispa’da yönümüzü oraya çevirdik. Bu sırada saat farkından ötürü Türkiye yeni yıla girmek üzereydi. Hemen ailelerimizi arayıp iyi yıllar diliyoruz sevinçle; ve o an saatlerin 12'yi vurduğu anın o kadar da önemli olmadığını farkederek üzüldüm. Ailemiz yeni yıla girmiş, 2 saate kadar evimiz de yeni yıla girecekti; ama bizim önümüzde daha 7 saat var resmi 2010'a. Bunları konuşurken Parque Central’e geldik. Jose Marti anıtının merdivenlerine oturup meydanın tarihçesini okuyacaktık ki, hemen bir görevli gelip bizi oradan kaldırdı. Yasaktı demek, biz de bir banka oturup etrafımızı izliyoruz. Yanımızdaki bankta oturan bir bayan bizimle muhabbet etmeye başladı. Nereli olduğumuzu söylediğimizde elindeki kitaptan sayfa göstererek Türkiye’yle ilgili bilgisi olduğunu söyledi ve Türkiye’nin coğrafi yerini öğrenmek için ise bizi sorgu yağmuruna tuttu. İlerleyen dakikalarda anladık ki kadın, Hristiyan dini ile ilgili bir kitap okuyordu ve dinlerin yayılması sırasında Anadolu’da geçen hikayelere de yer vermekteydi okuduğu kitap. İspanyolca bilmediğimden konuya dahil olamadım. Etrafta Hotel Inglaterra, Gran Teatro de la Habana ve tabii ki tüm haşmetiyle Capitolio boy gösteriyor. Daha sonra içlerini gezeriz diyerek esas caddemize yöneliyoruz kadına iyi günler dileyip.

San Rafael’e girer girez de hayatımızın kandırmacasıyla karşılaşıyoruz. Şöyle gelişiyor olaylar: 20’lerinde hoş ve bakımlı Kübalı bir çift yanımıza gelip sigara için ateş ister. Bu sırada sıcak bir muhabbete başlayıp bizim dil bilmediğimizi, turist ve Türk olduğumuzu, nerde kaldığımızı vs öğrenirler. Samimiler. Bize yolun sonunda bir barda salsa festivali olduğundan bahsedip oraya da uğramamızı önerirler. Siz gitmiyor musunuz diye sorduğumuzda, “Biz birilerini bekliyoruz, sonra geliriz, orada görüşürüz” derler. Biz de bugün bu salsa festivalini defalarca duymuştuk farklı insanlardan ve bu kişilerin de samimiyetine güvenerek gidelim bakalım şu festivale neymiş deriz. Birkaç yüz metre ilerledikten sonra bir dükkandan yine 20’lerinde üstü başı temiz, takım elbiseli bir genç fırlar ve telaşla yanımıza gelip bize “selamın aleyküm” der; tabii ki şaşırırız. Sonra bizim casa sahibini tanıdığını, bizim oraya girip çıktığımızı gördüğünü, Türkiye'den geldiğimizi bildiğini söyler. Gene şaşırırız; ama burası Küba ve herkes birbirini tanıyabilir. O salsa festivalinden bahsedince biz de o tarafa gittiğimizi söyleriz. Beraber yürümeyi teklif eder, kendisinin de oraya gittiğini söyler. İyi görünümlü, bakımlı, konuşması oldukça düzgün birisidir. Yol ilerledikçe muhabbet ilerler, bir şekilde bizi daha ücra, ara sokaklara götürür. Biraz tedirgin olmaya başlarız. Baran'ın güveni giderek azalır, adamın açığını bulmak için uğraşır ki, "Demek bizim casa sahibini tanıyorsun, çok iyi bir insan Alberto, değil mi?" der. O da onaylar; tabii o an Baran yolun ortasında aniden durur, "Kusura bakma, biz fikir değiştirdik, daha sonra bakacağız festivale" der ve 180 derece geri dönüp yürümeye başlar elimden çekerek beni tekrar San Rafael'e doğru. Olmayan İspanyolcamdan dolayı olayların böyle geliştiğini sonradan anlattı Baran, elbette ki bizim casa sahibi Alberto değil Manuel idi. Epey bir ilerledikten sonra arkamıza baktığımızda, o dükkandan çıkan genci, San Rafael girişinde bizle tanışıp muhabbet eden çiftle birlikte görüyoruz. Üçü beraber yeni kurbanlarını belirlemek üzere tekrar yola koyulmuşlar bile. Bizse teşkilatlı dümene** gelmemenin neşesiyle Malecon'a çıkıp okyanusa selam veriyoruz ilk günümüz batmadan.

Deniz havası ve güneş burada yaşamanın en güzel yanı olsa gerek, Türkiye'den alışık olduğumuz; ama İngiltere'de hasret duyduğumuz. Sahilde Av de Italia'dan Prado'ya doğru yürüyüp Aşıklar Parkı (Parque de los Enamorados) ile devrimci eczacılık öğrencileri anısına yapılan anıtı gezip ve casamıza geri dönüyoruz. Terasta sallanan sandalyelere uzanıp yorgunluk atarak yılın son fakat en güzel manzarasını izleyerek dinleniyoruz.

Yılbaşı gecesi için iyi bir yerde yemek bulamayacağımızın farkındayız, fazla hayal kurmadan Prado üzerinden Obispo boyunca barlara gire çıka, ilk Küba mojitolarımızı*** içtik. Yemek için Plaza Vieja'daki Taberna de la Muralla'yı seçtik. Yer bulmak zor oldu ama bekleyen derviş misali müzisyenlerin tam önündeki masamızda birbirinden değişik, biralı rum kokteylleriyle kendimizi şımartıp, gençlerin salsa danslarını izliyoruz. Meydanın diğer köşesindeki etrafı çitle çevrilmiş turistlere özel yemekli alanda müzik grupları sahneye çıkmaya başlamış bile. Biz de çitler etrafındaki Kübalılar'ın arasına karışıp dans ediyoruz. Evlerinin pencerelerinde, balkonlarında dans edenler fotoğraf makinelerinin bir bir patlamasına neden oldu bir anda. Biraz orada takıldıktan sonra Katedral meydanına gidiyoruz. Orası daha kalabalık. Saat 00:00'ı gösterdiğinde nerede olacağımıza bir türlü karar verememiş, hatta bu nedenle stres olmaya bile başladık biraz da alkolün sayesinde. Her sokak köşesindeki canlı müzik birbirinden güzel de olsa, hangi köşede duracağımıza karar verememiş de olsak 2010'a girdiğimiz an önemli olacak tek şey birbirimizdik öncelikle; tabii sonra da yılbaşına Havana'da girdiğimiz!

Vieja meydanında saatler geceyarısı olduğunda hayatımda gördüğüm en etkileyici sahnelerden biri yaşandı. Tüm garsonlar ve mutfakta çalışanlar ellerinde eldivenleri, başlarında aşçı kepleriyle kendilerini mutfaktan dışarı, meydana attılar ve dans etmeye başladılar. Büyük bir rum şişesi de elden ele gezmekte. 100 CUC veren misafirlerin masaları çevresinde kendilerinden geçip yorulana dek dans etti her biri. Hayretle onları izledik hem biz hem de para verip de onlar kadar eğlenemeyen turistler. Zaten daha sonra neler oldu tahmin etmek zor olmasa gerek; çitler kaldırıldı, Küba halkı kendini eğlenceye verdi ve turistler çoktan masalarını terkedip otellerinin diskosuna gitti. Biz de Cafe de Paris'te geceyi yine canlı müzik ve mojito eşliğinde bitirdik. Fakat oraya varana dek, pencerelerden balkonlardan üstümüze su atmayan ev ahalisi kalmadı. Küba'da bir yeni yıl geleneği daha; eski yılın tasaları bir kova su olarak evin balkonundan aşağıya dökülür; özellikle de aşağıdan birileri geçerken, özellikle de turist olanlar.


* Reggaeton; kökleri Panama'dan çıktığı halde Puerto Rico'da yayılıp ünlenen İspanyolca raggae tarzı müzik. Latin Amerika'yı 90'larda etkisi altına alan bu tarz müzik, 2009'da Küba'da en çok dinlenen müzik olduğundan yetkiler tarafından Neo-liberal ilan edilen bu müziğe karşı alarma geçilmiş.

** Bu tür kandırmacalarda sizi bir kafe, bar, gece klübü tarzı bir yere götürüyorlar ve içki ısmarlatıyorlar imiş ya da hesap 2 kişilik değil de duruma göre kaç kişiyle gittiysen o kadar kişilik gelmekteymiş. Bir bakıma bara getiren komisyonunu alıyor. Daha ciddi suç (silah veya kesici alet kullanma, adam kaçırma, güç kullanma vs) oranı oldukça düşük bir ülke cezaların ağırlığından ötürü.

*** Mojito; doğum yeri Küba olan ve mohito diye okunan bir çeşit alkollü içecek. Ana maddesi beyaz rum olmak üzere misket limonu, maden sodası, şeker ve nane. Ferahlatıcı bir yaz içeceği, tam Küba'ya göre.

30 Aralık 2009 Çarşamba

Küba Günlüklerim - Gidiş

30 Aralık 2009; Küba tatili için geri sayımlar bitti. Londra Gatwick Havaalanı'nda Cubana Havayolları'na ait uçağa binip Havana'ya uçmak için heyecanla kapıların açılmasını bekliyoruz. Bu arada kim Kübalı kim değil, turist yoğunluğu hangi milletten, ne tip turistler binecek uçağa diye de merakla etrafı gözlemliyoruz.

Uçak sağ salim havalandı, uçuyoruz. Uçak kazalarının çoğu iniş ve kalkışta gerçekleşirmiş. Cubana Havayolları'nın dev salon salomanje Rus uçağı şimdi daha çok güven veriyor. Öğle yemeği servisi sonrası tüm Kübalılar ayakta. Muhabbet, şakalaşma, içki, kahkaha, koşuşan çocuklar... Baran'ın lafıyla uçak değil uçan kafe... Yan koridordaki İngiliz çift Kübalı bir genci sorguya çekiyor. Öndeki şişman İngiliz yerini beğenmiyor, değiştirmek istiyor ama uçak tamamen dolu. Bir Kübalı kadın saçlarına bigudi sardı, öylece dolaşıyor. Diğer Kübalı gençler ellerinde Cristal marka biralarıyla kucaktan kucağa oynuyor herkes neşeli... Baran'la ben de Tv'de gördüğümüz bir oyunu oynuyoruz, ben kimim?

Saatler geçiyor. Pilot hava koşullarından dolayı kemerleri bağlayıp oturmamızı anons etti. Asıl yeri yanımızda olmayan Kübalı bir genç izin isteyerek yanımıza oturdu. Şimdi sorguya çekme sırası bizde! 2 saat muhabbet sonucu öğrendiklerimiz; Kübalı gencin adı Carlos. 3 sene önce kendinden 25 yaş büyük İngiliz bir kadınla Küba'da tanışıp evleniyor, Glaskow'da yaşıyor ve inşaat işçiliği yapmakta. Küba vatandaşlığını kaybetmemek için her sene 2 ayı Küba'da geçirmek zorunda. Glaskow'da kazandıkları ve öğrendikleriyle annesinin evinin üst katına kendine ev yapıyor; casa particular* olarak kiraya vermek için sıcak su ve en az 2 oda koşulunu sağlıyor. Böylece kendisi İngiltere'deyken annesi evi turistlere kiralayabilecek. Tıpkı bizim bu tatilde yapacağımız gibi. Bir ara yanımıza arkadaşı geliyor; Che tipli. Hemen bizle tokalaşıp tanışıyor. Çok sıcak kanlı insanlar ve biz de bu tokalaşma kültürünün Kübalılar için çok önemli olduğunu gün geçtikçe daha iyi anlıyoruz. Uçak içinde satılan romlardan iki şişe alıp birini açıyor ve bize ikram ediyor. Normalde kimsenin yapmayacağı bir iş. Bu muhabbetimizin de ilerlemesine yardımcı oluyor. Yılbaşını Kübalılar nasıl kutlar diye soruyoruz. Genelde evde ailecek yemek yerlermiş. Carlos bir sene ardından Küba'ya gelişi üzerine tüm akraba ve arkadaşlarını davet etmiş, domuz satın almış çevrilmek üzere. Nasıl diyerek şaşırıyoruz Kübalıların hindili yerine domuzlu yeni yıl yemeklerine... Bizi de davet ediyor yemeğe, ama evde sizi yatıramam diyor. Turistleri kendi evlerinde ağırlamak kaçakçılık yapmaya eşdeğer bir suçmuş. Uçak Holguin'e iniyor ve Carlos adres ve telefon numarasını yazarak mutluluk içinde koşuyor çıkış kapısına. Biz de Holguin'den binen, bileklerindeki renkli bilekliklerde otel isimlerinin yazılı olduğu şortlu tişörtlü insanları izliyoruz. Yaşasın hava sıcak olacak.

Havana'ya indik... Her görevlinin ağzında maske, sanki biz 3. dünya ülkesinden geldik! Çok ciddi bir hava esiyor ve tedirginiz başlangıçta dil de bilmiyoruz ya. Neyse pasaport kontrolden de geçtik. Hola Cuba! Taksiye binmek için CUC** denilen Küba dışında geçmeyen para birimine ihtiyacımız var, ilk durak havaalanı döviz birosu (Cadeca). Sırada İtalyan bir gençle tanışıp şehre taksi paylaşıyoruz. Taksi şoförü önce onu Havana Vedado'ya bırakıyor, sonra bize geçtiğimiz binaların adlarını söylüyor, tabii ki İngilizce bilmiyor, biz de İspanyolca... Akşam Küba saatiyle 10 civarı kalacağımız adrese varıyoruz, sokaklar çok karanlık. 9. kattaki eve garip bir asansörle çıkıyoruz, kapıyı çalıyoruz yaklaşık 5 dakika boyunca ve açan yok. O 5 dakika boyunca ikimizin kafasından onlarca farklı düşünce geçiyor sessizce hepsi de olumsuz; ama o an ayak seslerini duyuyoruz. Kapıyı açan tonton Manuel de İngilizce bilmiyor. Baran'ın yarım İtalyancası ve 3-5 kelime İspanyolcasıyla anlaşıp aylar önce ayarladığım odaya yerleşiyoruz. Manzara 9. kat terasından bir harika... Casa'nın adı Evora, Centro Havana'da. Bir "casa particular"dan çok bir otel odası ve karşımızda karanlık bir okyanus... Aç olmamıza rağmen İngiltere'de saat sabahın 3'ü olduğundan hemen uykuya dalıyoruz.

*Casa Particular (Casa); Kübalıların evlerindeki özel odalar. Kübalılarla tanışmak, kaynaşmak ve yaşayışlarını öğrenmek için harika yerler. Aile ekonomisine de büyük katkı. Binada ve kapılarda mavi casa particular işareti olduğuna dikkat edin. Oda fiyatları yerine göre değişmekle birlikte 20-35 CUC arasında ve Kübalı aile her oda başına oda dolu da boş da olsa devlete 100 CUC civarı vergi vermekte. O nedenle tercih sebebi. Ayrıca yemekler restoranlardan daha bol kepçe ve lezzetli...

**CUC; Convertible pesos. Turistlerin Küba'da kullandığı para birimi. Yerli halk Cuban peso (moneda nacionel) kullanıyor. 1 CUC = 25 Cuban peso. Halkın ortalama aylık kazancı 15 CUC; o nedenle turistler ve halk aynı ürüne farklı ücret ödemekte.

Not: Kübalılar'ın yurt dışına çıkmaları hemen hemen imkansız.
1-Uçak bileti, vize vs çok pahalı.
2- Ülkeden izinsiz kaçmaya çalışanlar idam edilir.
Carlos'un kendisinden 25 yaş büyük bir kadınla evlenmesinin nedeni yurt dışında daha özgür şartlarda çalışmak, yaşamak ve para kazanmak istemesi. Bu nedenle birçok Kübalı genç kız ve erkek, turistlere kendilerini oradan kurtaracak kahraman gözüyle bakıyor ve bunun için herşeylerini vermeye hazırlar malesef.

14 Ağustos 2009 Cuma

Konuşan Bira - Bruj

25 Temmuz’09 sabah 5:00’te uyanmamızla başlayan yolculuğumuz tren vasıtasıylaydı. Londra St Pancras, Brüksel Midi derken şansımıza oradan da Brüj’e giden treni hemen yakaladık, 3 saat bize Ada’dan Avrupa’ya gider gibi gelmedi hiç. Yaşasın Eurostar!

Belçika treninde 1., 2. sınıf bilet ayrımını saymazsak, herşey yolunda gitti. Öğle olmadan Minnewater’da poz vermeye başlamıştım kameraya. Baran’ın De Halve Maan’in kalabak saatlerine kalmayalım telaşı ile otele yerleşmeden bira yapım yerini gezmemiz Brüj’ün Baran üzerindeki anlamını ifade etmiştir heralde... Çok sıra beklemeden, esprili ve Alman görünümlü bayan tur rehberimiz sayesinde biranın arpadan zevk verici sıvıya dönüşüm hikayesini 45dk boyunca görerek dinledik. Biraya rengini veren - dark, blond vs olmasını sağlayan - arpaların kavrulma aşaması, şekerle karışımı sonunda haftalarca bekletilen karışımın maya ile alkole dönüşmesini ve her biranın kendine özel bardağı olmasını zevkle dinledik. Tur sonunda gezdiğimiz imalathanenin ürünü olarak hediye edilen Brugse Zot adlı biramızı içtik bahçesinde de... Rehberimizin anlattığına göre; bira Belçika’da köpüklü olurmuş ve köpük kendiğinden eriyene dek beklenir bir nevi birayla tanışılır, konuşulurmuş. Gecenin ilerleyen saatlerinde bira da bizle konuşmaya başlarsa işte o içilen son biraymış ve eve gitme vakti gelmişmiş...

Sadece 4 aile şirketi tarafından yürütülen sandalımsı araçlarla kanal gezme bir sonraki amacımızdı. Önce etrafı yürüyerek turladık; çikolata ve bira dükkanlarını, bit pazarını, ara sokakları gezdik. Yorulunca da atladık bir sandala, görmediğimiz yerleri gördük.

Gecesi ise ayrı bir güzeldi Brüj’ün. Evlilik yıldönümümüz diye Baran özel bir yerde yemek ayarlamıştı bize. Daha sonrasında ise 300 çeşit biranın satıldığı, tabii en az 300 çeşit bardak ve şişe olan bir kafeye girdik; ‘t Brugs Beertje, Kemelstraat üzerinde. Uykumuz gelene ve biralar konuşana dek listeden seçip seçip farklı biralar içtik. Otele dönerken Markt meydanını geçince birden Kuşadası/Bodrum/Marmaris barlar sokağı havasıyla çılgın eğlence ve gençlik bizi bekliyordu. O bardan bu bara koşup dans ettik...

İkinci günümüz ilkine göre daha sakindi. Hemen hemen tüm amaçlarımızı tamamladığımızdan günü alışveriş yaparak ve turistik olmayıp da güzel olan yerleri ziyaret ederek geçirdik. Arka ara sokakları gezip, orada yaşayanların tarif ettiği yerlere gittik. Dönüşte bit pazarından bira bardakları ve mutfak camına asmak üzere renkli cam boyama horoz aldık. Neden horoz? Çünkü renkleri güzeldi ve mutfağımıza uyuyordu.

Dönüş yolculuğumuz da çok zahmetsizdi; akşam yemeğine eve yetişmiştik tabii saat farkının avantajıyla.

12 Temmuz 2009 Pazar

Ingiltere Gunlukleri _ Butce

12/07/2009

Bugunun konusu butce... Ingilizler butcelerini cok iyi bilirler. Ornegin markete gittiklerinde 2 domates, 1 sogan, bir paket makarna alip eve gidip o aksamin yemegini hazirlarlar. Yok canim filmlerde gormuyor muyuz kocaman alisveris arabalarini agzina kadar dolu dediniz degil mi? Onlar Amerikan filmleri, yanildiniz iste... Turkiye'min pazar insani bizler domatesi 2 kg'dan sogani 5 kg'dan az aldik mi utaniriz; elalemin gozune bakamayiz. Sonra o guzelim sebzeler meyveler dolapta yenmez, bekler ve nihayetinde cope gider. Yazik, israf...

Halbuki Ingiliz insani alir bir parca somonunu, 1 limonu, kucuk de bir ekmek; gider bir guzel aluminyum folyaya koyar baligini, tuz-biber eker, 1-2 dal maydonoz veya nane, az da limon sikar zeytinyagi ile birlikte. Sarar bir guzel folyoyu atar firina; 10 dakkada hazir yemegi isten sonra. Yanina da bir dilim ekmek, bir bardak da sarap. Oh bundan iyisi samda kayisi...

Peki ya Turk insani? Haftalik pazar alisverisi, aylik market alisverisi derken buzdolabinda bir yarim limona yer yoktur; annemden bilirim. Sonra da bir bakar gunler sonra dolap icinde bosluklar olusunca hep altta kalanlar ezilmis, buzulmus ve tabii bozulmus... Haydi cope...

Simdi isin diger yanina gelince, lezzet, tat ve doyum. Bu kisim guzel. Ingiliz insani da tatillerde Turkiye'ye kosar, anlata anlata bitiremez yemeklerin cesitliligini, sebzelerin tazeligini, tatlarini. Tabii bizler masa dolu olmadi mi psikolojik olarak doymayiz, 3 cesit gorecegiz masada en az. Yemekten sonra tv karsisinda meyvemiz, cayimiz, cerezimiz, gunumuz de vardiysa o gun pasta boregimiz olmazsa olmaz. Ye ye sonra yat uyu; uyuyabilir miyiz, asla... Mide yanmalari, karinda sislikler, saga-sola donmeler, kalkip soda icmeler vs vs... Ya Ingiliz insani, hafif yemegi, az da alkoluyle deliksiz bir uyku ceker normal hayatinda; tatillerde demedim ama :)

Butcesini bilen sagligini da biliyor zaman zaman... Ne demis NHS (National Health Service) yani bizdeki SSK, tatile git; ye, ic, ne halt edersen et ki orda basina ne gelirse gelsin ben bilmeyeyim; ama burda yemene, icmene, sporuna dikkat et ki, basima is cikarma...

Iyi alisverisler...

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Ingiltere Gunlukleri _ Yaz

07/07/09

Ingiltere'de yaz... Yaz dediysem, summer doesn't mean yaz. Yaz denince akla gelen min 25 derece hava sicakligi, yazliklarin cikartilip kisliklarin, ceketlerin kutulanmasi, 5-10 dakikayi gecmeyen yaz yagmurlari, askililar, sortlar, elbiseler, terlikler...Hem de 3 ay boyunca.
Summer ise bambaska bir sey; her an degisebilen hava sicakligi, cizme ustu askililar ya da palto alti terlikler, yorganli geceler, bir gun 27 derece sicaklardan ertesi gunu 17 derece yagmur ve hatta muhtesem thunder'lara...

Thunder sozluk anlami; the sudden loud noise which comes from the sky especially during a storm. Halbuki tandir ne de guzel birseydir ki yemeye doyamazsin. Doymussundur ama gene de yemek istersin hele de gurbette yasayip her an yeme luksun yoksa...

Ingiltere, her daim yesil olmasini, guzel ve alabildigince genis cayirlarini, neredeyse her kose basinda bulunan parklarini, her bolgede bulabileceginiz wood'larini elbette yazlarini serin ve yagmurlu gecirmesine borclu. Guzel Turkiye'min col sicaklarinda kavrulan topraklarda elbette agac bulamayiz; hele dogal yanginlarin yani sira tarla / bahce / villa / otel isteyenlerin baslattigi yanginlar oldugu surece imkansiz...

Ingiltere'de her ofis AC bulundurmak zorunda olmadigi halde, son serinlik derecesinde ufletirler klimalarini. Disarida havayi guzel bulup tisort bile giyseniz, icerde ceket, kazak her turlu kislik kiyafet rahatlikla giyilmekte. Yazlik - kislik ayrimi yoktur bu guzel ulkede iste bu nedenle.

Iyi yazlar herkese.