Malecon okyanusun hırçın havası ve dalgalarına dayanamayarak eskimiş binalarla boylu boyunca bir kordon havasında bir caddeydi. Geniş otoyoldan her eski araba geçtiğinde Baran'la birbirimizi dürtüyorduk heyecanla; ama en ilginç taşıtlardan biri de coco taksi dedikleri sarı renkli, yumurta şeklinde olan motorlu araçlar. Ruslar’dan kalma Lada taksileri de unutmamak lazım ki onların limuzin şeklinde iki tanesinin birleştirilmiş halini bile gördük.
Hotel Nacionel tüm heybetiyle karşımızda yaklaşık bir saatlik yürüyüş sonunda. Baran, Amerikalılar zamanında Florida’daki bir otelin kopyası olarak yapılan bu otelin içine de gözatmak istedi bu kadar yakınına gelmişken. Son derece şık bir otel Havana için. 1950’lerde kumarhane olarak Amerikalılar’a hizmet veren bu otelin bahçesindeki atmosfer bizi Küba’dan alıp gelişmiş bir Akdeniz ülkesi sahiline götürdü. Yorgunluğumuzun, açlığımızın ve sıcağın etkisiyle bir masaya kurulup hayatımızın en pahalı kahvaltısını yine hayatımızda içtiğimiz en güzel ananas suyuyla tamamladık. Sabahın stresini de böylece üzerimizden attıktan sonra gelsin Vedado sokakları derken; aslında Malecon’un Kuzey Amerika şehirlerine ne kadar benzediğini farkettik. İkinci durağımız yine yakınlardaki Hotel Libre. Küba libre kokteyliyle alakası var mı bilmiyoruz; ama Hilton Otel olarak açıldıktan 8 ay sonra Batista’nın devrilmesi sırasında Fidel ve adamlarının silahlarla oteli basarak 24. kata yerleştiği, duvarındaki resimlerden de anlaşılacağı üzere, gerçekti. Havana’da genel tuvaletler yok. O nedenle bu otel ziyaretlerini hem kültürel açıdan hem de ihtiyaç molası olarak gördük yolcuğumuz boyunca.
Bir sonraki rotamız üniversite (Universidad de la Habana). Merdivenlerine oturup hayal dünyasına daldık; acaba bu şehirde üniversite okumak nasıl bir şey? Gelmeden önce evde izlediğimiz Oscar adayı olmuş Çilek ve Çikolata (Fresa i Chocolate) filmi geldi aklımıza. Fotoğraflarla bu anı da belgeledikten sonra merdivenlerini tırmanmaya başladık kütüphane binasına doğru; ama birden etrafımızda birkaç kişi belirdi bağıraşarak. Nihayetinde anladık ki, binalar ziyarete kapalıydı ve bizim yukarı çıkmamızı istemiyorlardı. Etraftaki tek turist de biz olmadığımız için olay bir karmaşaya dönüştü ve üniformalı askerler belirdi. Yerin kulağı vardı bu ülkede gerçekten birden onca görevli nerden çıktı?
Şimdiki amacımız Plaza de Nacionel’e gidip ünlü Che yapısını görmek. Bunun için üniversite çevresini yürüyerek geçmeyi planlamıştık; ama yolun yarısına gelmeden sıcaktan ve jetlagden dolayı aşırı yorgun hissediyorduk kendimizi. Sürekli molalar veriyorduk; sanki bacaklarımızda hal yoktu adım atmak için. Bu sırada garip Havana ağaçlarıyla* tanıştık.
Ve sonunda Plaza de Nacionel denilen meydanına vardık; ama benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu burası. Beton yığını çok geniş bir alanın ortasında Havana’nın en yüksek yapısı Jose Marti anıtı, etrafında gri, çirkin hükümet binaları ve bu binalardan ikisinde kabartma olarak Che ve Fidel figürleri bulunmakta. Bir ağaç bile olmayan meydanın ortasına çöktüm. Tek bulut bile yoktu gökyüzünde ve sıcak gittikçe azalan enerjimizi tüketmekteydi. Yine de yakınlardaki Küba tiyatrosuna (Teatro Nacional de Cuba) uğradıktan sonra Necropolis Cristobal Colon’a gitmek üzere yola koyulduk. Burası Güney Amerika’nın en büyüleyici anıtlarla dolu mezarlığı. Yolu bulmakta zorlandık; çünkü haritalarda kapısı tam olarak belirtilmemiş.
Coppelia** zamanı gelmişti. O gün öğleden sonra 2’de açılacağını önceden öğrendiğimiz ünlü dondurmacı bize tüm yolları geri yürütmek için gereken enerjiyi verdi. Farklı bir yoldan geçip Vedado’nun eski Havana’ya göre çok modern olan sokaklarında tek yada iki katlı evlerden oluşan binalar arasında 23. cadde ile I caddesi arasındaki Coppelia imparatorluğuna ulaşıyoruz nihayet. İlk sorup soruşturmalardan sonra öğrendiklerimiz; birkaç kapısı bulunduğu, her kapıda farklı çeşit dondurmalar olduğu, her kapıdan girdiğinde farklı bölümlerde oturduğun ve her kapının önünde en az 20 kişilik bir sıra olduğuydu. Tabii turistler için bazı kolaylıklar yapmışlar, büfe tarzı yerlerde CUC ödeyerek sıra beklemeden hizmet alabilirdik. Tahmin edildiği üzere biz halkın beklediği sıraya girerek yarım saat diğer Kübalılar’ı gözlemleyip sonunda yerimizi çikolata ve vanilyalı dondurma bölümünde alıyoruz. Sırada beklerken beni en çok düşündüren ise, hemen hemen her evin buzluğunda olan Carte D’or marka dondurmalara ulaşan çocuklarla burada sabırla bekleşen ve dondurma yemek için saniyeleri sayan çocukların zıtlığı. Burada herkesin aldığı hizmet eşit; her masaya su dağıtılıyor, bu sırada diğer garson her masayı gezerek nasıl dondurma istediğini soruyor, her masanın siparişi tamamlandıktan sonra sırayla dondurmalar geliyor. Sıra kelimesini çok fazla kullanmamdan belli olacağı gibi sıraya girmek Küba’da çok önemli. Hatta sokak kavgalarının hemen hemen tümü sıra kavgası nedeniyleymiş.
Dondurma sonrası kendimizi tekrar Malecon'da sahilde bulduk; bu casa'ya dönüş yolculuğunda sık sık durup fotoğraf çekip dinlendik. Balık tutanlar, turistler, evlerin pencerelerinden taşan müzik sesleriyle balkonda dans edenler, kornalarını çalıp müşteri arayan taksiciler, pencerelere çamaşır asanlar, kısacası tüm sahilde yine bir cümbüş var bu akşamüzeri; ama bu hareketlilik fazla sürmeyecekti; yarım saat içerisinde hava birden değişip fırtına ve yağmura döndü. Biz de o arada 9. kata çıkmış, bu ansızın bastıran yağmura odamızda yakalanmıştık. Sokaklar şimdi bomboştu. Bu vakti dinlenip ertesi sabahın valizlerini hazırlamakla geçirdik. Alt kattan gelen müzik sesine alışmış, reggaeton müziği ağzımıza takılır olmuştu bile. Manuel ile hesabımızı kapatıp dönüşte tekrar bize oda ayarlamasını rica ettik. İstediğimiz tarihlerde odaları doluydu, ama belki başka bir yerler ayarlayabilim dedi.
Akşam yemeği saatinde yağmur dinmiş, güzel bir koku bırakmıştı şehre. Sokaklarda haritasız yürüyebiliyor, yönümüzü şaşırmadan bulabiliyorduk. Böylece yanımıza gelip para isteyen birileri çıkmadı o gece. Yine Prado ve Obispo'da takılıp Cafe Paris'de geceyi elbette canlı müzikle noktaladık. Dönüşte tekrar uğramak üzere birkaç yeri not ettik.
* Havana ağaçları; Sonradan öğrendiğimize göre bunlar Banyan ağaçlarıydı; yani Hint incir ağacı. Dalları yerlere inip tekrar kökleniyor ve bu şekilde ağaç sürekli büyüyerek ölümsüzleşiyormuş.
** Coppelia; 1966'da başlayan bu dondurma markası günde 30 bin kişiye hizmet veren dünyanın en büyük dondurmacısı. Okuduğumuza göre 70'lerde Fidel dondurmayı çok sevdiği için, bazen burada hangi gün hangi çeşit dondurma çıkacağına bile kendi karar veriyormuş. Fresa i Chocolate filminde de önemli bir sahne burada geçiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder