İngiltere’de yerleşim hakkı alabilmemiz için biz göçmenleri bir çeşit sınava tabi tutuyorlar Life in the UK diye bilinen. Sınavın amacı İngiltere’nin geçmişi ve kültürünü öğretmek. Devletin işleyişi, kadın – çocuk - çalışan hakları, eğitim sistemi, dinler ve diller hakkında genel bilgi kazanmamızı sağlamak. Yani bir nevi, bakın biz buyuz, böyleyiz, burada yaşadığınız 5 sene içinde bunu öğrenemediyseniz bu sınavla öğretiriz-dir amaç. Elbette hak verip bakıyorum sınav sorularına; garip bazı ezber soruları yanında çok mantıklı ve beni şaşırtan bilgiler de var. İşte bazılarından örnekler:
Kadınlar açısından en çarpıcı bilgi, nüfusun %51’ini, iş gücünün %45’ini oluşturmaları ve çalışan kadınların ¾’ünün aynı zamanda çocuk sahibi olması. Türkiye’de durum oldukça farklı. Çalışan kadın çocuk sahibi olduğunda genelde işi bırakmak durumunda kalıyor.
Eğitim ve öğretim 5-16 yaş arasında zorunlu. Sanırım Türkiye’de de durum aynı bugünlerde. İlginç olan buradaki gençlerin 1/3’ünün üniversiteye devam etmesi. Çoğu doğrudan mesleki kurslara devam ediyor veya bir işe giriyor.
Dine gelince herkes seçimde özgür. %75 bir dinin varlığına inanıyor, geriye kalan %15 Ateist. %75’in ancak %71’i Hristiyanlık dinine mensup onun da %10’u Katolik, geriye kalanı Protestan. Kuzey İrlanda hariç Birleşik Krallıkta din kavgaları olmuyor. Türkiye’den örnek vermek istemiyorum; doğar doğmaz sorulmadan herkesin nüfusundaki haneye Müslüman damgası basılıyor ve nüfusun %90 küsürü Müslüman olduğu halde azınlık dinler hala hor görülüyor.
Devletin yazılı bir Anayasa’sı yok. Şimdiye dek gerek de duyulmamış. Sağduyu işliyor. Türkiye malum!
Gelelim mahkemelere. Kanunlar mecliste tartışılıp kabul ediliyor. Jüri kişinin suçlu olup olmadığına karar veriyor, hakim de jürinin kararına göre cezayı belirliyor. Türkiye’de nasıl?
Hükümet ve devletin polis ve medya üzerinde etkisi yok. Medya hükümeti etkilemeye çalışıyor; polis gücü de yerel otoritelere bağlı. Türkiye’de ise hükümet medyayı da polis gücünü de elinde oynatıyor. Yasalarda nasıl bilmem; ama görünürde böyle.
Ülkedeki yetişkin nüfusun 2/3’ü ev sahibi. Türkiye’de de bu tabloyu görmek güzel olurdu.
Sağlık olayına hiç girmeyeyim. NHS (Ulusal sağlık kurumu) 1948 yılından beri herkese bedava sağlık hizmeti sunmakta. Özel hastane sayısı yok denecek kadar az, olanda da akapunktur gibi yan hizmetler var. Kısacası hiçbir hastanede vezne yok. İlaçlar için sabit bir ücret ödeniyor ilacın fiyatına bakılmaksızın. Öğrencilere, 60 yaş üzerine, çocuklara, işsizlere ve hamilelere ilaç ve dişçilik hizmeti de bedava. Türkiye’deki durum sürekli değişiyor bugünlerde; ama çocuğunun ilaç parasını babası ödüyor diye biliyorum.
İşe girdiğin an elinde yazılı bir kontratın oluyor, maaşını, yapacağın işi, izin günlerini, işten ayrılma durumunda neler olacağını gösteren. Çalışanlara en az 4 hafta tatil vermek zorunda iş sahibi. Türkiye’deki durumum 2 hafta izindi ve ilk senemi doldurmadan izne çıkamamıştım. İşten çıkarmak da kolay değil. Önce uyarını yapıyorsun ve durum düzelmezse işten çıkarabiliyorsun. Bunun için özel mahkemeler var çalışanı destekleyen. İşe girişte ve başvuru esnasında, yaş, memleket, medeni durum, çocuk durumu, hastalık, cinsiyet, din, dil, ırk, politik görüş hatta ev adresini sormak yasak. Ayrımcılığa giriyor. Hamilelere işyerinden en az 26 hafta izin, devletten de asgari maaş var. Baba olana da 2 hafta maaşlı izin veriliyor. Türkiye’de izin var; ama şartları nasıl?
Çocuklar 14 yaşından itibaren devletten alınan özel bir izinle çalışabiliyor. Kesici aletler ve kimyasal maddelerle ilgili iş yapmaları yasak, süt dağıtmaları bile.
Başta çok sıkıcı ve saçma gelmişti bu sınava çalışmak; ama okudukça fikrim değişti. Güzel olan ise Cumhuriyet ve demokrasi ile yönetilen gelişmekte olan ülkemi, şartlı Meşrutiyet ve demokrasiyle yönetilen gelişmiş bir ülkeyle kıyaslayabilmek.
27 Ağustos 2010 Cuma
10 Mayıs 2010 Pazartesi
Sheppy’s Cider House
İngiltere uçsuz bucaksız uzanan yeşil tabiatıyla ünlü. Çok bilmediğimiz bir ünü ise cider(saydır diye okunur) yani elma şarabı.
Güney batı İngiltere’nin Somerset diye isimlendirilen bölgesinde yüzlerce cider üretim merkezi var elma bahçeleri arasında. Biz de onlardan birini Sheppy’s Cider House’u görmeye gittik. Bu büyük çiftlik eski birkaç bina ve içinde birçok farklı elma ağacının olduğu bahçelerden oluşuyordu. Önce kırsal yaşam müzesini gezdik. Elma ağaçlarının dikilmesinden, elma meyvesinin toplanmasına, yıkanıp temizlenmesinden, püre haline getirilmesine, elma suyunun sıkılarak fermantasyon işlemine tabi tutulmasından, mayalanmasına ve nihayetinde çeşitlendirilip şişelenerek servis edilmesine kadarki süreci anlatan bir video oynatılıyordu sürekli. Daha sonra bu işlemlerde kullanılan araçları, tabii en eski zamanda kullanılanından en modernine görebildik.
Bahçede ise her hayvanın bölgesi (koyun, kuzu, eşek, domuz) ayrı; dileyen aralarında dolaşabiliyor. Biz 1960’larda dikilmiş elma bahçesini gezdik ilk. Daha sonra mevsim sebzelerinin bulunduğu tarlayı dolaştık. Ardından English Longhorn sığırlarının da bulunduğu ilk kez 1880’de dikilen, ama 1980’de yenilenmiş olan elma ağaçlarının arasında bulduk kendimizi. Tabii sığır pisliklerine basmamaya dikkat ederek. Elma ağaçlarının tümü çiçekteydi. Kasım ayında başlarmış hasat.
Farklı cider’ları tatmak ve biraz da almak için dükkanının yolunu tuttuk. İçeride organik reçellerin yanı sıra et, peynir gibi birçok besin maddesi de satılıyor. Bizim alışverişimiz cider’lardan yanaydı. Galonla alıyordu bölgede yaşayanlar. Draught çok tatsız, sweet tatlı gelince medium olanında karar kıldık. Özel günler için de köpüklüsünden aldık.
Çiftlikte 12:00-14:00 arası öğle yemeği servisi olduğu gibi, akşama dek açık olan bir de tea house (çay evi) var acıkanlar için.
Güzel bir gezi oldu bize, havadan yana şanslıydık da. Yine de cider denemek için Londra’dan Taunton’a üç saat yol yapmanıza gerek yok. Her pubda şişelenmiş olarak birçok farklı marka cider satılmakta. En azından hangi markayı deneyebileceğinizi biliyorsunuz artık.
Etiketler:
Gezi,
Ingiltere Gunluklerim
12 Ocak 2010 Salı
Küba Günlüklerim - 13. Gün
12 Ocak 2010: Son gün olmasının getirdiği burukluk ve üşümeyle karışık bir durgunlukla başlıyoruz yeni güne. Valizlerimizi toplayıp kapattıktan sonra ev sahibinin gösterdiği yere bırakıyoruz akşamüzeri almak için. Geri götürmeye gerekli görmediğimiz eşyaları da ev sahibine bırakıyoruz, seviniyor.
Kahvaltı için önceki gün gittiğimiz yerdeyiz; bu defa değişik yiyecekler seçip günümüzü nasıl geçireceğimizi planlıyoruz. Merkezden fazla uzaklaşmak akıllıca olmaz diye karar veriyoruz; ne de olsa ulaşıma ve havaya güven olmaz. Bir gösteri bulamadığımız Gran Teatro de la Habana’nın içini görmek amacımız. Genç bir bayan geliyor bize anlatmak için; belli ki öğrenci, ama her sorumuzu yanıtlayacak kadar da bilgili. Bu gece Küba’da ünlü bir müzisyenin konseri olduğunu söylüyor sahneye doğru ilelerken. Tabii ki biletleri çoktan tükenmiş, ki zaten biz o saatlerde havalanıyor olacağız. Kısa ve hoş bir turdan sonra Hotel NH Parque Central içinde yer alan Cadeca’da son kez para bozduruyoruz puro fabrikasında harcamak üzere.
Puro* almak için bize göre en güvenli yer fabrika içerisinde yer alan mağaza. Orada tekrar sorup soruşturduktan sonra puro alışverişimizi tamamlıyoruz. Biz puro içen insanlar değiliz, kendimize eşe dosta vermek için bir kutu aldıktan sonra asıl alışverişi bize puro sipariş edenler için yapıyoruz. Bir çanta dolusu puroyu şehrin görmek istediğimiz son noktalarına bizle beraber taşıyoruz gün boyu. Örneğin çikolata müzesine, bir bardak sıcak çikolata içmeye.
Güneşin açtığı bu sıcak günle birlikte şehir sanki daha bir cıvıl cıvıl. Civciv ve kuş kafesleriyle sokak satıcıları, okul çocukları, işyerinden öğle paydosuna ayrılanlar, Obispo üzerindeki küçük pencerelerde ya da araba tarzı büfelerde yiyecek satanlar, almak için sıraya girenler, parklarda oturup muhabbet edenler. Biz gitmeyelim diye herşey daha bir güzel sanki, ya da bize öyle geliyor. Sanırım turistlerin çoğu gitmiş tatil sezonu sonunda ve şehir kendi sakinlerine kalıyor yavaş yavaş.
Malecon’da okyanusu da son bir kez görelim dedikten sonra, caddede dizili binalardan birinin ikinci katındaki paladara gözümüz takılıyor. Uçak yemeklerine başlamadan güzel bir ikindi yemeği ile gezimizi noktalayalım diyorum. Hatta henüz acıkmamış Baran’a duygu sömürüsü yapıyorum bir daha Küba’ya kim gelecek diye. Son derece sevimli orta yaşlı bir adamın bizi merdivenlerde karşılaması ile kendimizi bu uygunsuz saatte yemek siparişi verir buluyoruz okyanusa karşı bir balkonda. Paladar olduğu için yine belli yemekler ve yanında belli aperatifler geliyor. Hepsini iştahla bitirip Küba’nın son mojitolarını yudumluyoruz ev sahibiyle çat pat sohbet ederken. Balkondaki toplam beş masa akşam için rezervasyonluymuş bile. Hava serinlediğinden birkaç gündür balkonda üşüyormuş geceleri müşteriler; ama yapacak birşey yok diyor gökyüzüne bakarak.
Zor da olsa oradan ayrılıp casaya gidiyoruz valizleri almak üzere. Çağırdığımız taksi geç geldiği için biraz telaşlansak da tam vaktinde havaalanına varıyoruz küçük lada taksiyle. Valizleri teslim edip check-in yaptıktan sonra CUC alıp döviz satan büfede elimizde kalan son CUC’lardan kurtuluyoruz. CUC para birimi Küba dışında hiç bir yerde geçmiyor çünkü. Pasaport kontrol ve güvenlik sonrası uluslararası alana duty free mağazalarının olduğu bölüme geçiyoruz. Tabii ki burası Küba ve diğer tüm ülkelerin duty free’sinden farklı burası da. Puroları şehirden aldığımıza memnunuz; hem fiyat farkı yok hem de burada daha az çeşit var. Guava meyve püresi yanında bir şişe iyisinden Havana Club rom, bir de Lumino’dan öğrendiğim mojito denemeleri için beyazından rom alıyoruz. Kasaya geldiğimizde bizden CUC istiyorlar. Şaşırıp aldıklarımızı bir kenara bırakıyoruz tekrar döviz ofisinin yolunu tutarak. Bizim gibi yapan çok olduğundan heralde dış hatlar gidişte de döviz bürosu var.
Uçak saati gelince 4 saatlik bir gecikme açıklıyorlar. Yolcular perişan bir şekilde dağılmışken etrafa 3. saatte bizi uçağa alıyorlar. Uçuş geliş yolculuğundaki gibi değil. Aynı kabin görevlileri, aynı uçak olmasına rağmen herkes yorgun ve sessiz. Eve dönüş hüznü olmalı. Biz de yolculuğun büyük bir kısmında uyuyoruz, ta ki bir saat içinde Gatwick havaalanına iniyoruz anonsuna dek. Bir saat sonra inmeyi beklerken Londra’daki olumsuz hava koşullarından dolayı uçağın iniş için Paris’e yönlendirildiğini öğreniyoruz. Bundan sonrası kabus...
* Purolar belli mağazalarda satılıyor, ülkeden çıkarırken veya kendi ülkenize girerken göstermek üzere faturasını mutlaka alın. Paket üzerinde Küba Hükümeti’nin damgası olması gerekiyor. Sokakta satılanlar sahte veya çalıntı, yani yasadışı. Çeşitli uzunlukta, kalınlıkta, kalitede ve fiyatta puro mevcut. Belirli bir nem seviyesi gerekmekte puroları kurutmadan saklamak için. Tek tek veya 4’lü, 8’li, 12’li kutularda satılıyor. Cohiba en meşhur marka, ki Fidel bile ondan içiyormuş. Montecristo, Romeo y Julieta (Avrupalılar için üretilmiş, içimi kolay ve diğerlerine göre daha hafif olduğu söyleniyor) ve Partagas fabrikasının kendi markaları bizim seçtiklerimiz. Daha doğrusu forumlarda önerilenler.
Kahvaltı için önceki gün gittiğimiz yerdeyiz; bu defa değişik yiyecekler seçip günümüzü nasıl geçireceğimizi planlıyoruz. Merkezden fazla uzaklaşmak akıllıca olmaz diye karar veriyoruz; ne de olsa ulaşıma ve havaya güven olmaz. Bir gösteri bulamadığımız Gran Teatro de la Habana’nın içini görmek amacımız. Genç bir bayan geliyor bize anlatmak için; belli ki öğrenci, ama her sorumuzu yanıtlayacak kadar da bilgili. Bu gece Küba’da ünlü bir müzisyenin konseri olduğunu söylüyor sahneye doğru ilelerken. Tabii ki biletleri çoktan tükenmiş, ki zaten biz o saatlerde havalanıyor olacağız. Kısa ve hoş bir turdan sonra Hotel NH Parque Central içinde yer alan Cadeca’da son kez para bozduruyoruz puro fabrikasında harcamak üzere.
Puro* almak için bize göre en güvenli yer fabrika içerisinde yer alan mağaza. Orada tekrar sorup soruşturduktan sonra puro alışverişimizi tamamlıyoruz. Biz puro içen insanlar değiliz, kendimize eşe dosta vermek için bir kutu aldıktan sonra asıl alışverişi bize puro sipariş edenler için yapıyoruz. Bir çanta dolusu puroyu şehrin görmek istediğimiz son noktalarına bizle beraber taşıyoruz gün boyu. Örneğin çikolata müzesine, bir bardak sıcak çikolata içmeye.
Zor da olsa oradan ayrılıp casaya gidiyoruz valizleri almak üzere. Çağırdığımız taksi geç geldiği için biraz telaşlansak da tam vaktinde havaalanına varıyoruz küçük lada taksiyle. Valizleri teslim edip check-in yaptıktan sonra CUC alıp döviz satan büfede elimizde kalan son CUC’lardan kurtuluyoruz. CUC para birimi Küba dışında hiç bir yerde geçmiyor çünkü. Pasaport kontrol ve güvenlik sonrası uluslararası alana duty free mağazalarının olduğu bölüme geçiyoruz. Tabii ki burası Küba ve diğer tüm ülkelerin duty free’sinden farklı burası da. Puroları şehirden aldığımıza memnunuz; hem fiyat farkı yok hem de burada daha az çeşit var. Guava meyve püresi yanında bir şişe iyisinden Havana Club rom, bir de Lumino’dan öğrendiğim mojito denemeleri için beyazından rom alıyoruz. Kasaya geldiğimizde bizden CUC istiyorlar. Şaşırıp aldıklarımızı bir kenara bırakıyoruz tekrar döviz ofisinin yolunu tutarak. Bizim gibi yapan çok olduğundan heralde dış hatlar gidişte de döviz bürosu var.
Uçak saati gelince 4 saatlik bir gecikme açıklıyorlar. Yolcular perişan bir şekilde dağılmışken etrafa 3. saatte bizi uçağa alıyorlar. Uçuş geliş yolculuğundaki gibi değil. Aynı kabin görevlileri, aynı uçak olmasına rağmen herkes yorgun ve sessiz. Eve dönüş hüznü olmalı. Biz de yolculuğun büyük bir kısmında uyuyoruz, ta ki bir saat içinde Gatwick havaalanına iniyoruz anonsuna dek. Bir saat sonra inmeyi beklerken Londra’daki olumsuz hava koşullarından dolayı uçağın iniş için Paris’e yönlendirildiğini öğreniyoruz. Bundan sonrası kabus...
* Purolar belli mağazalarda satılıyor, ülkeden çıkarırken veya kendi ülkenize girerken göstermek üzere faturasını mutlaka alın. Paket üzerinde Küba Hükümeti’nin damgası olması gerekiyor. Sokakta satılanlar sahte veya çalıntı, yani yasadışı. Çeşitli uzunlukta, kalınlıkta, kalitede ve fiyatta puro mevcut. Belirli bir nem seviyesi gerekmekte puroları kurutmadan saklamak için. Tek tek veya 4’lü, 8’li, 12’li kutularda satılıyor. Cohiba en meşhur marka, ki Fidel bile ondan içiyormuş. Montecristo, Romeo y Julieta (Avrupalılar için üretilmiş, içimi kolay ve diğerlerine göre daha hafif olduğu söyleniyor) ve Partagas fabrikasının kendi markaları bizim seçtiklerimiz. Daha doğrusu forumlarda önerilenler.
11 Ocak 2010 Pazartesi
Küba Günlüklerim - 12. Gün
11 Ocak 2010: Kazak ve hırkalarımızı üstüste giymemize rağmen gece boyu sürekli uyanıyoruz üşüdüğümüzden. Bir an önce sabah olsun, güneş doğsun... Yıllar önce plajlarda sabahladığımız geceler geliyor aklıma; sabaha karşı mutlaka içimiz üşürdü mevsim yaz da olsa. Sabah ev ahalisinin, yan odadakilerin ve sokağın güne başlama sesleri arasında gözlerimizi açıyoruz. Gece pencereye taktığımız çarşafı sökerek güneşi arıyorum. Yine nazlı bugün, bulutlar arasından göz kırpıyor.
Sabah kahvaltısına Hotel Inglaterra yanındaki kafeteryaya gidiyoruz. Taze meyve suyu ve birçok nefis görünen hamurişi yiyecekler var yemek için. Fiyatlar CUC olmasına rağmen çok ucuz; zaten birkaç masada Kübalılar’ı da görüyoruz. Güneş gören bir masaya oturup hem ısınıyor hem de karnımızı doyuruyoruz birer de C vitamini takviyesi ile. Ardından El Capitolio’nun arka tarafında yer alan Partagas tütün fabrikasına gidiyoruz günün ilk turistik gezisini yapmak üzere. Ne yazık ki, kapıdan girer girmez fabrikanın bir ay boyunca kapalı olduğunu yazan tabelalarla karşılaşıyoruz. Böyle de şans olur mu? Küba’nın tüm tütün fabrikaları aynı zamanı mı bulur kapanmak için? Yanındaki tütün satılan dükkan açık neyse ki, oraya dalıp puro ve tütün hakkında bilgi alıyoruz. Biraz da fiyat araştırmasından sonra fabrikaya sırtımızı dönüp Parque Central’dan kalkan ve şehri gezen turist otobüslerine doğru ilerliyoruz. Burada da 5 CUC karşılığı şehrin üç farklı yönüne giden otobüslerle gün boyu gezilebiliyor. Uzak bir noktayı seçip Hemingway Marina’ya* giden araca biniyoruz. Malecon’da dalgalar yolu aşıp neredeyse binalara ulaşıyor. Tabii ki böyle havalarda okyanusun tuzlu suyu yolları ve binaları aşındırıp eskitiyor zamanla. Bu kez camları kapalı bir otobüste olduğumuz için şanslıyız; çünkü şoför silecekleri çalıştıracak kadar deniz suyuna maruz kalıyor aracımız. Plaza de la Revolucion ve Plaza Cristobal Colon meydanlarındaki duraklarda yolcu indirip bindirdikten sonra otobüsümüz Karayip Denizi kıyısından Miramar’a doğru ilerliyor. Saatler öğleye biz de adanın batısına yaklaştıkça güneş ortaya çıkıyor, hava ısınıyor. Miramar büyük otellerin, havayolu ve araç kiralama şirketlerinin olduğu gelişmiş bir yer. Havana’nın içinden ve hatta Küba’dan çok farklı, Varadero’nun az küçüğü denilebilir. Miramar’dan sonra da evler ve mahalleler merkezdekilere göre daha farklı görünüyor. Toplam bir saate yakın yolculuk sonunda marinaya varıyoruz. Şoför de öğle arası vereceğini, bir saat sonra dönüş olduğunu anons ediyor biz inerken.
Küba’da mevsimin kış olmasından dolayı, normalde plajlar ve eğlence yerleri olan bu marinada birkaç turist ve güvenlik çalışanları haricinde kimseler yok. Ortam çok huzurlu ve denizin rengi çok güzel. Eminim yaz mevsiminde adım atmaya yer olmuyordur buralarda. Yat limanında birçok bakımlı tekne ve yat var; bunlar kimin acaba diyerek ilerliyoruz yatlara doğru. O sırada bir güvenlik görevlisi gelip bizi uyarıyor yaklaşmamamız için. Yatların sahiplerini hatta isimlerini öğrenemiyoruz; ama heralde Kübalılar’ın olmasa gerek! Duyduğumuza göre ülkenin eski lideri Fidel de bu bölgede yaşıyor ve en az biri onun emrinde. Dükkanların hemen hemen tümü kapalı. En fazla turistin görüldüğü tarihte gelmiş olsak da Küba’ya, bir kez daha ülkenin turistler için değil Kübalılar için olduğunu anlıyoruz; çoğu ülkede aksi olur halbuki. Bir örnek, Kuşadası. Turist gemisi geleceği zaman hangi gün hangi saat olursa olsun sokaklar temizlenir, mağazalar açılır, restoranlar, kafeler servise hazır bekler.
Bir saatimizi marina civarında gezinerek ve güneşlenerek geçirdikten sonra tekrar otobüse biniyor ve Plaza de la Revolucion’a vardığımızda iniyoruz. Bu kez amacımız Teatro Nacional de Cuba’da akşam için konser, tiyatro, bale** gibi bir gösteri bulmak. Ne yazık ki bahçede çalışan birkaç işçi ve alıştırma yapan bir grup öğrenci dışında sorup soruşturacağımız kimse yok etrafta. Giriş kapısında kimselerin olmadığı ana binanın açık kapısından içeriye girip bilet satış ofisini arıyoruz; ama karşımıza o sırada merdivenler yıkandığı için üzerimize dökülen sular çıkıyor. Sonunda burada da birşey bulamayacağımızı farkedince Baran “Yapmak için gelip de yapamadığımız şeyler yüzünden servet birikti Küba’da” diye patlıyor. Gülüyoruz.
Plaza de la Revolucion’a yürüyerek otobüs durağında bir sonraki servisin bizi gelip almasını bekliyoruz bir süre. Etraf daha canlı, insanlar öğle paydosunda parklarda sigara içiyor veya çocuklarıyla oynuyor. Malecon da harika görünüyor dalgalar eşliğinde. Otobüsümüzün üstü açık bu defa. Dalgalardan biz de nasipleniyoruz; ama filmlere, resimlere konu olan Malecon’un bu yüzünü de görebildiğimiz için memnunuz. Bu seferimiz Canal de Entrada’ya. Parque Cespedes’te inip deniz kenarından ilerliyoruz San Pedro üzerindeki Havana Club fabrikasını gezmek için. Elbette yoğun bir turist kalabalığıyla karşılaşıyoruz. Girişteki rom fıçıları ve minyatür akım şemasına ilave burada her yarım saatte bir romun nasıl üretildiğini anlatan turlar düzenleniyor. Sonunda hediyelik eşya satan kısımda ilk günden beri aradığım dibinde Havana Club yazan tepsiden buluyorum. Buna ödeyeceğim parayla en iyisinden birkaç şişe rom alırım diye bakan Baran’ın CUC servetinden bir kısmını hayallerimin tepsisine harcıyorum. Kafede canlı müzik var; ama içecek servisi uzun sürünce vazgeçip Piaza Viela’ya geçiyoruz. Ufak Kübalı bir kız çocuğunun meydanda köpek görünce babasının sürdüğü bebek arabasından fişek gibi atlayıp sokak köpeğiyle sarmaş dolaş olmasını izliyoruz hayretlerle. İzin isteyip birkaç fotoğrafını çektikten sonra babası e-posta adresini veriyor resimleri göndermemiz için.
Son gecemiz diye olsa gerek Vedado’da caz dinleme fikrinden vazgeçip şehrin en sevdiğimiz yeri, Katedral meydanındaki hayli turistik; ama bir o kadar da romantik restoranında buluyoruz kendimizi. Yemekler çok pahalı; garsonlar çok doğal ve doğal olmayan birşey yaptıklarında çok komik oluyorlar. Örneğin, biri şarap bardağına şarap koyar misali dolduruyor birayı bardaklara. Şarap yerine Cristal ve Bucanero marka biraları tercih ediyoruz Küba’da bira içeceğimiz zaman bize Efes’i hatırlattığından. Şarapların çok kötü olduğunu okuduğumdan forumlarda, şarap içmeyi denemiyoruz bile Küba’da. Garsonlar arada bir işi gücü bırakıp kapı önünde muhabbete girişiyorlar tanıdıklarıyla, en doğal halleri işte bu zamanlar.
Yemeğin ardından hep önünden geçtiğimiz; ama müzik arası veya özel bir gece olduğundan girmediğimiz Mercaderes üzerindeki Cafe Taberna’da güzel bir müzik grubuna denk geliyoruz. Turist yoğunluğu olan bir kafe de olsa, çalışanlar ve müzisyenlerle muhabbet ortamı güzelleştiriyor. Tabii ki burasıyla yetinmeyerek geceyi ilk göz ağrımız Cafe de Paris’in müzikleri ve kokteylleri ile bitiriyoruz. Odaya gitmemek için elimizden geleni yapıyoruz bir bakıma. Obispo’dan Parque Central’e ilerlerken ara sokaklardan birinde, sokakta dans eden insanlar görüp onlara katılıyoruz benim ısrarımla. Sokağa girince anlıyoruz ki bir binanın alt katı disko; ama üç yanı açık olduğundan içeri girmekle sokakta dans etmek arasında bir fark yok. Ya da şöyle demek daha doğru olur; turistler içeride, Kübalılar dışarıda.
* Amerikalı yazar Hemingway yirmi yılı aşkın bir süre Küba’da yaşamış. Hatta Çanlar Kimin İçin Çalıyor ve Yaşlı Adam ve Deniz adlı romalarını Küba’da yazdığı söyleniyor. Bu nedenle Küba için hayli önemli bir kişi. Fidel’le de yakın oldukları söyleniyor.
** Küba Ulusal Balesi 1948 yılında Alicia Alonso ve eşi tarafından kurulmuş. 60’dan fazla ülkede yüzlerce uluslararası ödül almış günümüze dek. Kızların katılımı kadar erkeklerin de katılımına destek veren okulun 8 yıllık sıkı eğitimini tamamlayan balet ve balerinler çalışmaya başladıklarında bir doktor ile aynı maaşı alıyorlarmış, yani 30CUC. Fidel Castro kuruluşundan beri Gran Teatro’da eğitimleri sürdüren bale okuluna destek vermekte. Dünyanın önde gelen balerinlerini yetiştiren Alicia Alonso 72 yaşında sahneyi bırakmış, ama 90’ında ve hala dansçıların başında.
Sabah kahvaltısına Hotel Inglaterra yanındaki kafeteryaya gidiyoruz. Taze meyve suyu ve birçok nefis görünen hamurişi yiyecekler var yemek için. Fiyatlar CUC olmasına rağmen çok ucuz; zaten birkaç masada Kübalılar’ı da görüyoruz. Güneş gören bir masaya oturup hem ısınıyor hem de karnımızı doyuruyoruz birer de C vitamini takviyesi ile. Ardından El Capitolio’nun arka tarafında yer alan Partagas tütün fabrikasına gidiyoruz günün ilk turistik gezisini yapmak üzere. Ne yazık ki, kapıdan girer girmez fabrikanın bir ay boyunca kapalı olduğunu yazan tabelalarla karşılaşıyoruz. Böyle de şans olur mu? Küba’nın tüm tütün fabrikaları aynı zamanı mı bulur kapanmak için? Yanındaki tütün satılan dükkan açık neyse ki, oraya dalıp puro ve tütün hakkında bilgi alıyoruz. Biraz da fiyat araştırmasından sonra fabrikaya sırtımızı dönüp Parque Central’dan kalkan ve şehri gezen turist otobüslerine doğru ilerliyoruz. Burada da 5 CUC karşılığı şehrin üç farklı yönüne giden otobüslerle gün boyu gezilebiliyor. Uzak bir noktayı seçip Hemingway Marina’ya* giden araca biniyoruz. Malecon’da dalgalar yolu aşıp neredeyse binalara ulaşıyor. Tabii ki böyle havalarda okyanusun tuzlu suyu yolları ve binaları aşındırıp eskitiyor zamanla. Bu kez camları kapalı bir otobüste olduğumuz için şanslıyız; çünkü şoför silecekleri çalıştıracak kadar deniz suyuna maruz kalıyor aracımız. Plaza de la Revolucion ve Plaza Cristobal Colon meydanlarındaki duraklarda yolcu indirip bindirdikten sonra otobüsümüz Karayip Denizi kıyısından Miramar’a doğru ilerliyor. Saatler öğleye biz de adanın batısına yaklaştıkça güneş ortaya çıkıyor, hava ısınıyor. Miramar büyük otellerin, havayolu ve araç kiralama şirketlerinin olduğu gelişmiş bir yer. Havana’nın içinden ve hatta Küba’dan çok farklı, Varadero’nun az küçüğü denilebilir. Miramar’dan sonra da evler ve mahalleler merkezdekilere göre daha farklı görünüyor. Toplam bir saate yakın yolculuk sonunda marinaya varıyoruz. Şoför de öğle arası vereceğini, bir saat sonra dönüş olduğunu anons ediyor biz inerken.
Küba’da mevsimin kış olmasından dolayı, normalde plajlar ve eğlence yerleri olan bu marinada birkaç turist ve güvenlik çalışanları haricinde kimseler yok. Ortam çok huzurlu ve denizin rengi çok güzel. Eminim yaz mevsiminde adım atmaya yer olmuyordur buralarda. Yat limanında birçok bakımlı tekne ve yat var; bunlar kimin acaba diyerek ilerliyoruz yatlara doğru. O sırada bir güvenlik görevlisi gelip bizi uyarıyor yaklaşmamamız için. Yatların sahiplerini hatta isimlerini öğrenemiyoruz; ama heralde Kübalılar’ın olmasa gerek! Duyduğumuza göre ülkenin eski lideri Fidel de bu bölgede yaşıyor ve en az biri onun emrinde. Dükkanların hemen hemen tümü kapalı. En fazla turistin görüldüğü tarihte gelmiş olsak da Küba’ya, bir kez daha ülkenin turistler için değil Kübalılar için olduğunu anlıyoruz; çoğu ülkede aksi olur halbuki. Bir örnek, Kuşadası. Turist gemisi geleceği zaman hangi gün hangi saat olursa olsun sokaklar temizlenir, mağazalar açılır, restoranlar, kafeler servise hazır bekler.
Plaza de la Revolucion’a yürüyerek otobüs durağında bir sonraki servisin bizi gelip almasını bekliyoruz bir süre. Etraf daha canlı, insanlar öğle paydosunda parklarda sigara içiyor veya çocuklarıyla oynuyor. Malecon da harika görünüyor dalgalar eşliğinde. Otobüsümüzün üstü açık bu defa. Dalgalardan biz de nasipleniyoruz; ama filmlere, resimlere konu olan Malecon’un bu yüzünü de görebildiğimiz için memnunuz. Bu seferimiz Canal de Entrada’ya. Parque Cespedes’te inip deniz kenarından ilerliyoruz San Pedro üzerindeki Havana Club fabrikasını gezmek için. Elbette yoğun bir turist kalabalığıyla karşılaşıyoruz. Girişteki rom fıçıları ve minyatür akım şemasına ilave burada her yarım saatte bir romun nasıl üretildiğini anlatan turlar düzenleniyor. Sonunda hediyelik eşya satan kısımda ilk günden beri aradığım dibinde Havana Club yazan tepsiden buluyorum. Buna ödeyeceğim parayla en iyisinden birkaç şişe rom alırım diye bakan Baran’ın CUC servetinden bir kısmını hayallerimin tepsisine harcıyorum. Kafede canlı müzik var; ama içecek servisi uzun sürünce vazgeçip Piaza Viela’ya geçiyoruz. Ufak Kübalı bir kız çocuğunun meydanda köpek görünce babasının sürdüğü bebek arabasından fişek gibi atlayıp sokak köpeğiyle sarmaş dolaş olmasını izliyoruz hayretlerle. İzin isteyip birkaç fotoğrafını çektikten sonra babası e-posta adresini veriyor resimleri göndermemiz için.
Obispo’ya doğru ilerlerken Simon Bolivar’ın eski evine uğruyoruz. Yılbaşı nedeniyle birçok mağaza ve restoran kapalı olduğu gibi burası da kapalıydı ilk geldiğimizde. İçeride bir de sergi var minyatürden Simon Bolivar’ın hayatının anlatıldığı. Doğumundan ölümüne dek başından geçen önemli olaylar tahtadan yapılma ufak karakterlerle anlatılmış bir bir. Çok hoşumuza gidiyor. Hatta Baran “Ben de Atatürk’ün hayatını anlatacağım böyle minyatürler yaparak” diyor. Obispo’dan peso pizza alıp bu defa birer tane, gezintimize devam ediyoruz. Hemingway’in ünlü ettiği turistik bar La Bodeguita del Medio’ya uğruyoruz. Mojito’nun doğum yeri olarak bilinen barın duvarlarında birçok ünlünün fotoğrafları mevcut. Garsonun makineleşmiş gibi durmaksızın mojito yapmasını izlerken bara oturup biz de birer tane içiyoruz. Her gelen müşteri duvarları imzalamış tavanlara dek; hatta birkaç ODTÜ’lünün yazdıklarını da okuyoruz akşam için Vedado’da önce bir paladara sonra da bara gidip caz dinleme planları yaparken. Ardından Katedral meydanındaki hediyelik eşyacılarda yağlı boya resimlere bakıp birkaç ufak hediye alıyoruz bizden anı isteyenlere.
Casa’ya döndüğümüzde balkona hiç çıkmadığımızı farkedip bir göz atıyoruz aşağıda uzanan sokağa. Karşı pencerede çamaşır asan güler yüzlü genç bir kızla merhabalaşıp, fotoğrafını çekmek için izin istiyorum. Diğer odada kalanların oda kapısı açık; ayrılmışlar biz dışardayken. Oda oldukça dağınık ve pis bir halde. Sigara izmaritlerinin kokusu sinmiş her yere. Buna rağmen pencerelerde cam olduğunu görünce ev sahibine dil döküyoruz bizim bu gece o odayı kullanmamız için. Önce biraz naz ediyor başkaları gelecek diye. Gece çok üşüdüğümüzü söyleyince orayı temizlemeye girişiyor sonunda. Biz de zaten kendi odamıza tam olarak yerleşmemiş olduğumuzdan taşınmamız birkaç dakikada tamamlanıyor. Ev sahibinin suratı yerlerde. Hemen evden kaçıyoruz gözüne görünmemek için.Son gecemiz diye olsa gerek Vedado’da caz dinleme fikrinden vazgeçip şehrin en sevdiğimiz yeri, Katedral meydanındaki hayli turistik; ama bir o kadar da romantik restoranında buluyoruz kendimizi. Yemekler çok pahalı; garsonlar çok doğal ve doğal olmayan birşey yaptıklarında çok komik oluyorlar. Örneğin, biri şarap bardağına şarap koyar misali dolduruyor birayı bardaklara. Şarap yerine Cristal ve Bucanero marka biraları tercih ediyoruz Küba’da bira içeceğimiz zaman bize Efes’i hatırlattığından. Şarapların çok kötü olduğunu okuduğumdan forumlarda, şarap içmeyi denemiyoruz bile Küba’da. Garsonlar arada bir işi gücü bırakıp kapı önünde muhabbete girişiyorlar tanıdıklarıyla, en doğal halleri işte bu zamanlar.
Yemeğin ardından hep önünden geçtiğimiz; ama müzik arası veya özel bir gece olduğundan girmediğimiz Mercaderes üzerindeki Cafe Taberna’da güzel bir müzik grubuna denk geliyoruz. Turist yoğunluğu olan bir kafe de olsa, çalışanlar ve müzisyenlerle muhabbet ortamı güzelleştiriyor. Tabii ki burasıyla yetinmeyerek geceyi ilk göz ağrımız Cafe de Paris’in müzikleri ve kokteylleri ile bitiriyoruz. Odaya gitmemek için elimizden geleni yapıyoruz bir bakıma. Obispo’dan Parque Central’e ilerlerken ara sokaklardan birinde, sokakta dans eden insanlar görüp onlara katılıyoruz benim ısrarımla. Sokağa girince anlıyoruz ki bir binanın alt katı disko; ama üç yanı açık olduğundan içeri girmekle sokakta dans etmek arasında bir fark yok. Ya da şöyle demek daha doğru olur; turistler içeride, Kübalılar dışarıda.
* Amerikalı yazar Hemingway yirmi yılı aşkın bir süre Küba’da yaşamış. Hatta Çanlar Kimin İçin Çalıyor ve Yaşlı Adam ve Deniz adlı romalarını Küba’da yazdığı söyleniyor. Bu nedenle Küba için hayli önemli bir kişi. Fidel’le de yakın oldukları söyleniyor.
** Küba Ulusal Balesi 1948 yılında Alicia Alonso ve eşi tarafından kurulmuş. 60’dan fazla ülkede yüzlerce uluslararası ödül almış günümüze dek. Kızların katılımı kadar erkeklerin de katılımına destek veren okulun 8 yıllık sıkı eğitimini tamamlayan balet ve balerinler çalışmaya başladıklarında bir doktor ile aynı maaşı alıyorlarmış, yani 30CUC. Fidel Castro kuruluşundan beri Gran Teatro’da eğitimleri sürdüren bale okuluna destek vermekte. Dünyanın önde gelen balerinlerini yetiştiren Alicia Alonso 72 yaşında sahneyi bırakmış, ama 90’ında ve hala dansçıların başında.
10 Ocak 2010 Pazar
Küba Günlüklerim - 11. Gün
10 Ocak 2010: Güzel sayılan bir otelin rahat ve geniş yatağından, sınırsız içecek ve yiyeceklerinden arkamıza bakmadan kaçıyor olmamız garip gelebilir; ama biz Varadero’yu sevemiyoruz. Hava durumunun etkisi büyük tabii ki. Son kez sahile inip bayrak kontrolü yaptıktan sonra denize bugün de girilmeyeceğini anlamış olmanın rahatlığıyla taksiye atlayıp Viazul ofisine gidiyoruz.
Otobüsün içi tıklım tıklım dolu geldiğinde otogara ve içeride iğrenç bir koku var tuvaleti andıran. Bu otobüs Santiago de Cuba’dan gece yola çıkıp Havana’ya giden olsa gerek. Arka sıralarda iki kişilik yer bulup oturuyoruz; ama o an tepemizde kocaman bir delik olduğunu farketmiyoruz. Taa ki otobüs çalışıp o delikten buz gibi güçlü bir esinti gelene dek. Başka bir yer bulmamız imkansiz, otobüs dolu. Böylece buranın neden boş kaldığını anlamış oluyoruz. Deliğe kağıt sıkıştırmayı teklif ediyor arkamızdakiler; ama esinti öyle güçlü ki kağıt tutunamıyor orada. Top gibi birşey olsa derken, o sırada günlerce önce Vinales’te bizi Los Aquaticos’a götüren rehberimizin ağaçtan koparıp bize hediye ettiği dev mandalinler geliyor aklıma. Nasıl olup da günlerdir yememişiz (herşey dahil kültüründen ötürü olsa gerek) veya bırakmamışız bir yerde (benim aç kalırız korkumdan ötürü olmalı); ama işte o an o mandalin hayat kurtarıyor. Doğru zamanda doğru yerde bir mandalin, bize üç saat boyunca üfleyecek buz gibi esintiyi engelliyor. Kafamıza giyeceklerimizi örtünce pis kokuyu da bertaraf ediyoruz Matanzas üzerinden Havana’ya ilerlerken.
Üç saat sonunda Havana’da bildiğimiz Maximo Gomez Meydanı’nda, Prado üzerindeki Casa Evora’nın yakınında bırakıyor otobüs bizi. Bildik sokaklardan kalacağımız casaya doğru ilerliyoruz. Consulada üzerinde bir apartmana varıp zili çalıyoruz. Yukarıdan ipe bağlı anahtar iniyor, onunla dış kapıyı açtıktan sonra dar ve dik merdivenli bir apartman girişindeyiz. Gün geçtikçe ağırlaşan bavulumuzla iki kat merdiven çıkıyoruz. Gençten bir bayan bir elinde sigara diğerinde telefon bir yandan konuşup bir yandan da bizi içeri buyur ediyor. Garip bir yer; nasıl Lonely Planet’te övülmüş ki burası diyecek kadar. Kadın daha sonra bize evin dolu olduğunu; ama arkadaşlarından birini ayarlayacağını söylüyor. Birkaç telefon görüşmesi sonunda başka bir kadın bizi almaya geliyor. Aşağıya inip onu takip ediyoruz. Yaklaşık on metre ileride Colon sokağı üzerinde bir apartman önünde duruyor kadın ve yukarıya doğru birisine sesleniyor. Bağırmalarına karşılık verilmeyince balkonda oturan komşulardan birine apartman kapısını açmasını söylüyor. Bu kez üçüncü kata çıkıyoruz kadınla birlikte. Kapıyı Kübalı siyahi bir adam açıyor ve bizi içeri buyur ediyor, yolu gösteren kadınsa adamla konuştuktan sonra ayrılıyor. Kapıdan girince önümüzde balkonlu uzun ince bir oturma odası var. Oda karşı duvardan başlayan koridorla evin diğer kısımlarına bağlı. Kısa koridorun iki yanında farklı odalara açılan, ki biri mutfak, kapılar var. Bize verilen oda bu küçük evin en küçük odası. İki ayrı yatak ve ortak kullanılan banyo - tuvaleti var. Yani bir diğer odada da başkaları kalıyor anlaşılan. Hiç içimize sinmeyerek çantaları öylece bırakıp kendimizi dışarı atıyoruz. Belki kalacak başka yer buluruz.
Hava Varadero’dan daha iyi burada; en azından yapacak birşeyler var. 1929’da Amerika’daki Capitolio’nun kopyası olarak inşa edilen El Capitolio’nun içine giriyoruz az bir giriş parası ödeyerek. Burası Küba’nın tüm dünyaya şeker ve tütün sattığı zamanda yani Küba’nın zenginlik zamanlarında yapılmış; dev yapıdan içeriye girince daha çok anlaşılıyor zenginliği. Dünyanın bina içinde yer alan en büyük üçüncü heykeli, Küba’nın sıfır kilometresini gösteren noktaya gömülü 25 karatlık pırlanta*, merdivenler, salonlar, mobilyalar, resimler... Devrim öncesinde meclisin de yer aldığı hükümet binası, şimdilerde Küba Bilim Akademileri’ne evsahipliği yapıyor. Görevli bir bayan bizi yanına çağırıp tanıştıktan sonra kilitli odalara girmemizi sağlıyor. Odada yeralan mobilyaları yakından gösterip kimlerden nelerin hediye geldiğini anlatıyor yağlı boya tabloları överek. Eski başkan odasının arka kapısından eskiden kullanılan, meclisin toplandığı odaya çıkarıyor bizi. Bir yandan da üşüyor kollarını kavuşturup, Havana böyle soğuk görmedi yıllardır diye anlatıyor. Hiç kimse bu serin havaya alışkın değil, binalarda her yer açık, her araç camsız. Üzerlerinde ceket bile yok doğru düzgün biz North Face yağmurluklarımızla gezerken. İşin garibi, biz de soğuk iklimden gelmemize rağmen sürekli üşüyoruz gölgede, rüzgar estiğinde ya da hava karardığında son birkaç gündür. Alışkın olmadığımız bir iklimde bulunduğumuzdan dolayı olsa gerek.
Çıkışta yakındaki Gran Teatro’ya uğrayarak varsa akşam gösterisi için bilet soruyoruz; fakat gişedeki adamla bir türlü anlaşamıyoruz. Bir turistin yardımıyla gösterilerin dolu olduğunu öğreniyoruz. Eski Havana’yı dolaşıyoruz tekrar bıraktığımız yerden. Bu defa ara sokaklara korkmadan, çekinmeden girebiliyoruz. Bu sırada günler öncesinde Nacional de Cuba otelinde afişini gördüğümüzde aklıma takılan, forumlarda da okuduğum hoş ve boş Cabaret Parisien’e gitme fikrini ortaya atıyorum. Hemen gişeyi arayıp yer soruyor Baran; şanslıyız ki indirimli gündeymişiz ve akşamına da yer var görünüyor kabere izlemek için. Onun coşkusuyla kalacak yer bakmadan casaya geri dönüyoruz üzerimizi değiştirmeye.
Çıkardığı sesten kapıyı anahtarla açamadığımızı anlayan casa sahibinin eşi, orta yaş üzerinde, hafif kilolu bayan siyahi ırka özgü neşesi ile bizi eve buyur ediyor. Kapıyı nasıl açacağımızı göstererek tekrar tekrar uygulattırıyor. Giriş formlarını doldurup çarşafları teslim aldıktan sonra pencerelerde tahta geniş aralıklı panjurlar olduğunu, cam takılı olmadığını görüyoruz. Bunun üzerine mis deterjan kokulu bir battaniye vermeyi öneriyor ev sahibi. Otelde gösteriye gideceğimiz için biraz daha giyimimize önem verip yemek yiyecek bir paladares arıyoruz eski Havana’da. Farkediyoruz ki, bir hafta önce kapalı olan birçok restoran, kafeterya, dükkan şimdi açık. Yılbaşı haftası olmasından dolayı uzun bir tatil yapıyorlar, özellikle aile işletmeleri. Daha önce kapalı olduğundan bulamadığımız Katedral Meydanı’ndaki paladarese giriyoruz. Sokağın hemen üzerinde sadece üç masasıyla aynı anda en fazla 12 kişiye hizmet verebilen bir yer. Hayli babacan tavırlı bir adam var ufak barın arkasında. Bize ne tür menüler verebileceklerini saydıktan sonra siparişlerimizi hazırlatmak için arka tarafa geçiyor. Bu sırada başka bir turist çift gelip diğer masaya oturuyor. Duvarlar fotoğraflarla süslü yerden tavana dek. Sanki bir ailenin salonunda oturuyoruz havası var etraftaki eski ev eşyaları ile. Ana menüsü balık olan güzel bir yemekten sonra, ki yine salatası, fasülyeli pilavı ve tatlısıyla hayli doyurucu, şehrin öbür ucundaki Hotel Nacional’a gitmek üzere yola koyuluyoruz. Şansımıza küçük beyaz-ımsı Lada taksilerden biri geliyor, tabii ki camları kapanmayanı. Malecon’da okyanusun kızgın dalgaları çarpıyor arabaya. Cadde su içinde kalmış.
Otel gişesinde biletlerimize kavuştuktan sonra gösterinin yapılacağı salona ilerliyoruz. Küba’ya yakışmayan çok modern bir sistemle içeri alınıyoruz. Ufak masalardan ve ufak sandalyelerden oluşmuş, büyük bir salon; kırmızı ağırlıklı. Bize gösterdikleri yere oturuyoruz, yerimiz güzel sayılır, önümüz açık. Az sonra yanımıza genç bir çift geliyor. Masalar sıkış tepiş olduğundan sığmakta biraz zorlanıyoruz. Garsona pina colada siparişi vermemiz sırasında yanımızdaki çiftle tanışıyoruz. Hollanda’dan gelen bu çiftin son gecesi imiş Küba’da. Birleşmiş Milletler’de çalışıyoruz deyip yaptıkları işleri ve iş için gittikleri ülkeleri anlatınca kıskanıyoruz; neyse ki o an gösteri başlıyor.
Başlangıçta bir konusu olduğunu düşünüp gösteriyi kendi kendime yorumlasam da ikinci yarıda ortada konu monu olmadığını kabul etmiş bulunuyorum. Otuz sene önce güzel bir gösteri olduğuna inanırım; ama günümüzde ancak büyük annelerin veya kreş çocuklarının eğlencesi olabilir. Tabii çıplaklıklar kaldırılınca. Yine de bu serin Havana gecesini kapalı bir mekanda geçirdiğimiz için mutluyuz. Cabaret Parisien’i izlemek öyle ya da böyle Havana’da mutlaka yapılması gerekenlerden biri. Çıkışta yeni arkadaşlarımızla taksi paylaşıyoruz kalacağımız yerlere gitmek üzere. Bize birşeyler içmeyi teklif ediyorlar indiğimizde; odaya ne kadar geç gidersek o kadar iyi olur diye atlıyoruz tekliflerine.
Gece eve varıp kapıyı açtığımızda üzerlerine battaniye alıp koltukta uzanan ve neşeyle televizyon izleyen casa sahiplerini buluyoruz karşımızda. İyi geceler diledikten sonra odaya geçip kat kat giyiniyoruz ilk iş. Tek kişilik yatağa sıkışıp (bir battaniyemiz olduğundan), diğer yatağın çarşafıyla panjurun hava deliklerini kapatmaya çalışıyoruz. Umuyorum ki uyandığımızda hasta olmayalım...
* Ana holde yere gömülü olan sahte 25 karatlık pırlantanın değişik bir öyküsü var. Gerçek pırlantanın asıl sahibi Rus çarı II. Nicholas olarak biliniyor. Küba hükümetine bu pırlantayı satan ise bir Türk tüccar. 1946 yılının Mart ayında pırlanta çalınıyor; ama 1946’nın Haziran’ında o sıralar başkan olan Ramon Grau San Martin’e esrarengiz bir şekilde geri dönüyor. 1973’te ise aslının bir kopyası ile değiştiriliyor.
Otobüsün içi tıklım tıklım dolu geldiğinde otogara ve içeride iğrenç bir koku var tuvaleti andıran. Bu otobüs Santiago de Cuba’dan gece yola çıkıp Havana’ya giden olsa gerek. Arka sıralarda iki kişilik yer bulup oturuyoruz; ama o an tepemizde kocaman bir delik olduğunu farketmiyoruz. Taa ki otobüs çalışıp o delikten buz gibi güçlü bir esinti gelene dek. Başka bir yer bulmamız imkansiz, otobüs dolu. Böylece buranın neden boş kaldığını anlamış oluyoruz. Deliğe kağıt sıkıştırmayı teklif ediyor arkamızdakiler; ama esinti öyle güçlü ki kağıt tutunamıyor orada. Top gibi birşey olsa derken, o sırada günlerce önce Vinales’te bizi Los Aquaticos’a götüren rehberimizin ağaçtan koparıp bize hediye ettiği dev mandalinler geliyor aklıma. Nasıl olup da günlerdir yememişiz (herşey dahil kültüründen ötürü olsa gerek) veya bırakmamışız bir yerde (benim aç kalırız korkumdan ötürü olmalı); ama işte o an o mandalin hayat kurtarıyor. Doğru zamanda doğru yerde bir mandalin, bize üç saat boyunca üfleyecek buz gibi esintiyi engelliyor. Kafamıza giyeceklerimizi örtünce pis kokuyu da bertaraf ediyoruz Matanzas üzerinden Havana’ya ilerlerken.
Üç saat sonunda Havana’da bildiğimiz Maximo Gomez Meydanı’nda, Prado üzerindeki Casa Evora’nın yakınında bırakıyor otobüs bizi. Bildik sokaklardan kalacağımız casaya doğru ilerliyoruz. Consulada üzerinde bir apartmana varıp zili çalıyoruz. Yukarıdan ipe bağlı anahtar iniyor, onunla dış kapıyı açtıktan sonra dar ve dik merdivenli bir apartman girişindeyiz. Gün geçtikçe ağırlaşan bavulumuzla iki kat merdiven çıkıyoruz. Gençten bir bayan bir elinde sigara diğerinde telefon bir yandan konuşup bir yandan da bizi içeri buyur ediyor. Garip bir yer; nasıl Lonely Planet’te övülmüş ki burası diyecek kadar. Kadın daha sonra bize evin dolu olduğunu; ama arkadaşlarından birini ayarlayacağını söylüyor. Birkaç telefon görüşmesi sonunda başka bir kadın bizi almaya geliyor. Aşağıya inip onu takip ediyoruz. Yaklaşık on metre ileride Colon sokağı üzerinde bir apartman önünde duruyor kadın ve yukarıya doğru birisine sesleniyor. Bağırmalarına karşılık verilmeyince balkonda oturan komşulardan birine apartman kapısını açmasını söylüyor. Bu kez üçüncü kata çıkıyoruz kadınla birlikte. Kapıyı Kübalı siyahi bir adam açıyor ve bizi içeri buyur ediyor, yolu gösteren kadınsa adamla konuştuktan sonra ayrılıyor. Kapıdan girince önümüzde balkonlu uzun ince bir oturma odası var. Oda karşı duvardan başlayan koridorla evin diğer kısımlarına bağlı. Kısa koridorun iki yanında farklı odalara açılan, ki biri mutfak, kapılar var. Bize verilen oda bu küçük evin en küçük odası. İki ayrı yatak ve ortak kullanılan banyo - tuvaleti var. Yani bir diğer odada da başkaları kalıyor anlaşılan. Hiç içimize sinmeyerek çantaları öylece bırakıp kendimizi dışarı atıyoruz. Belki kalacak başka yer buluruz.
Hava Varadero’dan daha iyi burada; en azından yapacak birşeyler var. 1929’da Amerika’daki Capitolio’nun kopyası olarak inşa edilen El Capitolio’nun içine giriyoruz az bir giriş parası ödeyerek. Burası Küba’nın tüm dünyaya şeker ve tütün sattığı zamanda yani Küba’nın zenginlik zamanlarında yapılmış; dev yapıdan içeriye girince daha çok anlaşılıyor zenginliği. Dünyanın bina içinde yer alan en büyük üçüncü heykeli, Küba’nın sıfır kilometresini gösteren noktaya gömülü 25 karatlık pırlanta*, merdivenler, salonlar, mobilyalar, resimler... Devrim öncesinde meclisin de yer aldığı hükümet binası, şimdilerde Küba Bilim Akademileri’ne evsahipliği yapıyor. Görevli bir bayan bizi yanına çağırıp tanıştıktan sonra kilitli odalara girmemizi sağlıyor. Odada yeralan mobilyaları yakından gösterip kimlerden nelerin hediye geldiğini anlatıyor yağlı boya tabloları överek. Eski başkan odasının arka kapısından eskiden kullanılan, meclisin toplandığı odaya çıkarıyor bizi. Bir yandan da üşüyor kollarını kavuşturup, Havana böyle soğuk görmedi yıllardır diye anlatıyor. Hiç kimse bu serin havaya alışkın değil, binalarda her yer açık, her araç camsız. Üzerlerinde ceket bile yok doğru düzgün biz North Face yağmurluklarımızla gezerken. İşin garibi, biz de soğuk iklimden gelmemize rağmen sürekli üşüyoruz gölgede, rüzgar estiğinde ya da hava karardığında son birkaç gündür. Alışkın olmadığımız bir iklimde bulunduğumuzdan dolayı olsa gerek.
Çıkardığı sesten kapıyı anahtarla açamadığımızı anlayan casa sahibinin eşi, orta yaş üzerinde, hafif kilolu bayan siyahi ırka özgü neşesi ile bizi eve buyur ediyor. Kapıyı nasıl açacağımızı göstererek tekrar tekrar uygulattırıyor. Giriş formlarını doldurup çarşafları teslim aldıktan sonra pencerelerde tahta geniş aralıklı panjurlar olduğunu, cam takılı olmadığını görüyoruz. Bunun üzerine mis deterjan kokulu bir battaniye vermeyi öneriyor ev sahibi. Otelde gösteriye gideceğimiz için biraz daha giyimimize önem verip yemek yiyecek bir paladares arıyoruz eski Havana’da. Farkediyoruz ki, bir hafta önce kapalı olan birçok restoran, kafeterya, dükkan şimdi açık. Yılbaşı haftası olmasından dolayı uzun bir tatil yapıyorlar, özellikle aile işletmeleri. Daha önce kapalı olduğundan bulamadığımız Katedral Meydanı’ndaki paladarese giriyoruz. Sokağın hemen üzerinde sadece üç masasıyla aynı anda en fazla 12 kişiye hizmet verebilen bir yer. Hayli babacan tavırlı bir adam var ufak barın arkasında. Bize ne tür menüler verebileceklerini saydıktan sonra siparişlerimizi hazırlatmak için arka tarafa geçiyor. Bu sırada başka bir turist çift gelip diğer masaya oturuyor. Duvarlar fotoğraflarla süslü yerden tavana dek. Sanki bir ailenin salonunda oturuyoruz havası var etraftaki eski ev eşyaları ile. Ana menüsü balık olan güzel bir yemekten sonra, ki yine salatası, fasülyeli pilavı ve tatlısıyla hayli doyurucu, şehrin öbür ucundaki Hotel Nacional’a gitmek üzere yola koyuluyoruz. Şansımıza küçük beyaz-ımsı Lada taksilerden biri geliyor, tabii ki camları kapanmayanı. Malecon’da okyanusun kızgın dalgaları çarpıyor arabaya. Cadde su içinde kalmış.
Otel gişesinde biletlerimize kavuştuktan sonra gösterinin yapılacağı salona ilerliyoruz. Küba’ya yakışmayan çok modern bir sistemle içeri alınıyoruz. Ufak masalardan ve ufak sandalyelerden oluşmuş, büyük bir salon; kırmızı ağırlıklı. Bize gösterdikleri yere oturuyoruz, yerimiz güzel sayılır, önümüz açık. Az sonra yanımıza genç bir çift geliyor. Masalar sıkış tepiş olduğundan sığmakta biraz zorlanıyoruz. Garsona pina colada siparişi vermemiz sırasında yanımızdaki çiftle tanışıyoruz. Hollanda’dan gelen bu çiftin son gecesi imiş Küba’da. Birleşmiş Milletler’de çalışıyoruz deyip yaptıkları işleri ve iş için gittikleri ülkeleri anlatınca kıskanıyoruz; neyse ki o an gösteri başlıyor.
Gece eve varıp kapıyı açtığımızda üzerlerine battaniye alıp koltukta uzanan ve neşeyle televizyon izleyen casa sahiplerini buluyoruz karşımızda. İyi geceler diledikten sonra odaya geçip kat kat giyiniyoruz ilk iş. Tek kişilik yatağa sıkışıp (bir battaniyemiz olduğundan), diğer yatağın çarşafıyla panjurun hava deliklerini kapatmaya çalışıyoruz. Umuyorum ki uyandığımızda hasta olmayalım...
* Ana holde yere gömülü olan sahte 25 karatlık pırlantanın değişik bir öyküsü var. Gerçek pırlantanın asıl sahibi Rus çarı II. Nicholas olarak biliniyor. Küba hükümetine bu pırlantayı satan ise bir Türk tüccar. 1946 yılının Mart ayında pırlanta çalınıyor; ama 1946’nın Haziran’ında o sıralar başkan olan Ramon Grau San Martin’e esrarengiz bir şekilde geri dönüyor. 1973’te ise aslının bir kopyası ile değiştiriliyor.
9 Ocak 2010 Cumartesi
Küba Günlüklerim - 10. Gün
9 Ocak 2010: Bu sabah ilk defa erken kalkmıyoruz; çünkü kalkıp bir yere yetişmek için nedenimiz yok. Dışarısı berbat görünüyor zaten. Pencereden denize bakınca dev dalgaları, gökyüzüne bakınca da gri bulutları görüyoruz. Sanki sihirli bir el biz uyuduktan sonra iklimi değiştirmiş gibi, önceki günden eser yok. Palmiye dalları yerlere eğiliyor rüzgardan. Balkondan başımızı uzatıp merakla baktığımız insanların üzerlerinde montlar, yağmurluklar var. İçimize mayoları giymemizde ısrar ediyorum. Baran’la bir süre çekiştikten sonra onu ikna etsem de mayo üzerine montları giyip aşağıya iniyoruz. Kahvaltı edelim belki bu arada hava düzelir az biraz umuduyla açık büfeye dalıyoruz yine. Aynı yiyecekler, aynı turistler, aynı çalışanlar.
Sonrasında inceden yağmurun başlamasına rağmen sahile atıyoruz kendimizi. Denize girmiş birkaç kişi, sahildeki bayrakların* değiştirilmesi ile sudan çıkıyor. Böylece benim denize girme planlarım da suya düşüyor. Öyle bir rüzgar var ki, şezlonglar hızla toparlanıyor, sahilde incik boncuk satan tezgahlar uçuyor. Bense sinir olmuş bir şekilde şansımıza söyleniyorum Londra’ya döndü burası diye. Su öyle ılık ki, ama ben yüzemiyorum. Nazar değdi bak herşey güzel gidiyor tatilde diyorduk diye yakınıyorum. Sonunda yağmur altında yalın ayak bir sahil yürüyüşü ile yetinip otele dönmeye ikna ediliyorum Baran tarafından.
Otel lobisi tıklım tıklım dolu. Birer kahve alıp havuz kenarındaki şemsiyelerin altına giriyoruz yağmurdan korunmak için. Ne yapılır burada diye zaman geçirecek birşeyler düşünürken birden havuza doğru hızla koşan bir hayvan uzun bir sıçrayışla havuzun sularına dalıyor. Dipten bir süre yüzdükten sonra yüzeye çıkıp havuzun su boşaltım deliklerine çıkıyor. Kediye benzer bu hayvanın ne olduğu konusunda kararsızız. Tipi kedi; ama bildiğimiz kadarıyla kediler su sevmez, kendi kendine suya atlayıp yüzen kedi görmemiştik hiç şimdiye dek. Fotoğrafını çekip bir otel görevlisine soruyoruz bu kedi mi diye. ‘Evet kedi, önemli değil, zarar vermez” diyor. Oldukça şaşkınız kendi rızasıyla havuza atlayan bir kedi gördüğümüz için. Ben hava öğleden sonra açar mı hesapları yaparken, Baran da “Kedi kendine en güvenli yer olarak orayı seçtiğine göre büyük bir fırtına geliyor, yürü odaya gidelim” diyor. Odaya çıkıp uyumak ve televizyon izlemekten başka şansımız yok bu turist cenneti cehenneme dönerken.
Amerikan televizyon kanallarında, Florida’da havanın kötüleştiğini, insanların ilk kez yağmurluk giyecek kadar sert havayla karşılaştıklarını anlatıyorlar. Daha dün Varadero tatilini bir gün uzatmayı düşünürken, şimdi ise iyi ki yarın Havana’ya gidiyoruz diye rahatlıyorum. Hemen Lonely Planet’ten bulduğumuz casa’ları telefonla arıyor Baran, son iki gecemize kalacak yer ayarlamak için. Ama ne mümkün yer bulmak, Evora dahil, birçok aradığımız ev dolu. Havana’daki günleri ayarlamamız daha iyi olurmuş önceden demek ki; ama baştan nerede ne kadar kalacağımız belli değildi ki. Onlarca görüşme sonrası nihayet bir casa sahibi ayrılacak müşterisi olduğunu söylüyor ve adresini veriyor.
Hala hava açacak gibi görünmüyor. Baran film izlerken uyuyakalıyor. Ben de Küba tatilimizle ilgili notlar alıyorum düşündükçe aklıma gelen, belki dönünce bloğuma yazarım ilerde okur hatırlarız diyorum. Sonra ben de uyukluyorum sıcacık yatakta kıvrılıp bir saat kadar. Aslında fena da olmadı bu hava, ilk kez günlerdir koşturmuyoruz bir yerden bir yere. Karnımız kazınıyor uyku sonrasında ve kat kat giyinip aşağıya iniyoruz akşamüzeri çayı için. Lobi hala kalabalık, herkes bina içerisinde. Müzisyenler getirilmiş insanları oyalamak için. Bir kısım turist şimdiden sarhoş, tabii uyumak ve içmekten başka birşey yok yapacak. Oteldeki turizm ofisinden ertesi günün Viazul biletini alıyoruz Havana’ya dönmek için. Pizzacıda vakit geçirip, odaya çıkıyoruz tekrar. Trinidad’tan aldığımız kartpostalları yazıyoruz ailelerimize ve kendimize. Bu kartları satın aldığımız kadın, Havana’dan postalayın daha çabuk ulaşır, bir ayda varır diye önermişti. Saatin erken olmasına rağmen kararan hava içimizi bayıyor. Biz de giyinip süslenip son Varadero eğlencesine iniyoruz.
Sınırsız yemek sonrası lobide sınırsız eğlenceler başlıyor. Tüm müzisyenler, animasyon ekipleri ve yarısı sarhoş müşteriler toplanmış. Gösteriler ve dans yarışmaları başlıyor. Bilindik komiklikler sıralanıyor tekrar tekrar. O sırada bizi şaşırtan birşey oluyor. Yarışmaya katılan otel müşterilerinden Dominik Cumhuriyeti’nden orta yaşlı ufak tefek bir bayanın, seyirciler arasından dans için eş seçmesi gerekiyor. O da gidip kocasını seçiyor. Animasyon ekibi eşlerin nereli olduklarını soruyor. Dominikli bayanın eşine sıra gelince adam “Kübalıyım” cevabı veriyor ve o an ortalık karışıyor. Hemen mikrofonu tutan kişi eşiniz gibi Dominiklisiniz yani diyerek panikliyor. Seyirciler alkış tutuyor. Adam Dominikliyim diye lafı çeviriyor. Anlıyoruz ki otellerde Kübalılar’ın kalması yasak. O adam da Dominik Cumhuriyeti’nde yaşadığı için biraz da eşi sayesinde kalabiliyor burada. Bu olay dışında pek birşey olmuyor gece de. Calle 62’de de hayat yok, üç tarafı açık olduğundan. Yaşayarak öğreniyoruz ki, tropik ülkelerde hava yağmurlu, serin ve rüzgarlı iken yapacak pek birşey yok; tabii turistseniz...
* Varadero Plajı: Bembeyaz kumlu Varadero plajı, Karayipler’ın en güzel plajı olarak geçiyor tatil rehberlerinde; ama güvenlik kurallarına uyarsanız. Sahil güvenlik ekipleri sıklıkla yer alıyor 20 kilometre uzunluğundaki plaj boyunca. Denize girerken ve yüzerken sahildeki bayrakların renklerini kontrol etmeniz gerekiyor. Kırmızı bayrak; kesinlikle denize girme, sarı bayrak; denize girebilirsin ama dikkatli ol ve derinlere gitme, yeşil bayrak; denize giriş serbest.
8 Ocak 2010 Cuma
Küba Günlüklerim - 9. Gün
8 Ocak 2010: Varadero’yı görmek için sabırsızız. Beyaz ve ince kumlar, palmiye ağaçlı plajlar ve prensipte sevmediğimiz ama ilk kez kalmak zorunda kalacağımız 4 yıldızlı herşey dahil otel bizi bekliyor. Elda ve Felix ile vedalaştıktan sonra arnavut kaldırımlı yollarda tekerlikli valizin çıkardığı gürültüyle Viazul ofisine doğru ilerliyoruz. Plaza Mayor ve Casa de La Musica’ya hoşçakal diyerek bir daha buraları göremeyecek olmanın hüznü ile. Birçok insan var otobüs bekleyen bizimle birlikte. En garibi de birkaç gündür sürekli her yerde karşılaştığımız bir aile. Erkek zayıf, uzun boylu. Rengarenk keten bol pantolon ve keten uzun kollu beyaz gömlek giyiyor hep. Başında kenarları geniş, toprak rengi bir şapka; o da keten. Eşi diye tahmin ettiğim bayan uzun yerleri süpüren cins yırtmaçlı ve askılı açık renkli elbiseyle her karşımıza çıktığında. Bir de üç yaşlarında oğulları var; onu da kendileri gibi keten ağırlıklı giydiriyorlar, ayaklarında sandaletleri var. Tip olarak İspanyol Kübalı karışımı görünüyorlar. Biz otobüsü beklerken karşıdan bize doğru ağır ağır geliyorlar yanlarında el arabası süren bir adamla İspanyolca konuşarak. Çocuk da valizlerle birlikte el arabasında bu defa. Bu sırada Havana otobüsü hareket ediyor birçok turistle. Bizimkisi minübüs tarzı ufak bir araç. Otobüse göre daha konforlu görünüyor. Sıraya dizilip, valiz teslimi ve bilet kontrolünden sonra numarasız yerlerimize oturuyoruz. Yaklaşık dört saat sürecek yolculuğumuz başlıyor Varadero’ya doğru.
Yolculuk sırasında polislerin bir el işaretiyle istedikleri araca binebildiklerini görüyor, şoför ve muavinin ise tanıdıklarının evlerine erzak bırakmalarına ve birinden aldıkları malları bir başkasına iletmelerine şahit oluyoruz. Varadero’ya vardığımızda otobüs ekstra ücret karşılığı yolcuları istedikleri otellere bırakacağını söylüyor. Biz de bu sayede kısa bir Varadero turu yapmış oluyoruz bizim otele varana dek. Farkediyoruz ki burasının modern gelişmiş bir tatil yöresinden farkı yok. Geniş kaldırımlar, yollar, arabalar, dükkanlar, parklar, restoranlar, barlar ve oteller ile dizayn edilmiş dev bir tatil köyü. Hatta Küba’nın ilk ve tek alışveriş merkezi bile burada. Önceden okuduklarımızla birebir örtüşüyor bu şehir. Merkezde Kübalı yok denecek kadar az, çalışanlar dışında. Bu kısımda casa particular da yok; sadece 2-5 yıldız arası değişen genelde herşey dahilci bir sistem var.
Yolculuk sırasında polislerin bir el işaretiyle istedikleri araca binebildiklerini görüyor, şoför ve muavinin ise tanıdıklarının evlerine erzak bırakmalarına ve birinden aldıkları malları bir başkasına iletmelerine şahit oluyoruz. Varadero’ya vardığımızda otobüs ekstra ücret karşılığı yolcuları istedikleri otellere bırakacağını söylüyor. Biz de bu sayede kısa bir Varadero turu yapmış oluyoruz bizim otele varana dek. Farkediyoruz ki burasının modern gelişmiş bir tatil yöresinden farkı yok. Geniş kaldırımlar, yollar, arabalar, dükkanlar, parklar, restoranlar, barlar ve oteller ile dizayn edilmiş dev bir tatil köyü. Hatta Küba’nın ilk ve tek alışveriş merkezi bile burada. Önceden okuduklarımızla birebir örtüşüyor bu şehir. Merkezde Kübalı yok denecek kadar az, çalışanlar dışında. Bu kısımda casa particular da yok; sadece 2-5 yıldız arası değişen genelde herşey dahilci bir sistem var.
Palma Real oteline vardığımızda etrafta yoğun bir İngilizce duyuyoruz. Kanada ve Manchester’dan direk Varadero havaalanına gelen turistlerle dolu otel. Hemen bileğimize otel tasmasını geçirip herşey dahil nimetlerden faydalanmaya koşuyoruz ödediğimizin üzerinde yeyip içmemiz gerek mantığıyla. Eski ama Küba yolculuğundaki en lüks odamıza eşyaları atıp havuz başındaki pizzacıya uğruyoruz ilk. Devlet işletmesi olduğundan herşey belli bir standartta; ama lezzet olarak Elda ve Lumino’nun yemeklerini aratıyor. Amaç karın doyurmak olmalı diyerek plaja koşuyoruz; hemen birer kokteyl* alıp kendimize birer de şezlong buluyoruz şişman turistler arasında. Hafif dalgalı deniz öylesine ılık ki insan çıkmak istemez. Dışarısı rüzgarlı, denizden daha serin. Güneş yerini gölgeye bırakana dek plajdan ayrılmıyor; sonrasında ise odaya dönüp akşam için hazırlanıyoruz.
Açık büfe yemekler, barlarda kokteyller; gelsin içkiler, gitsin tatlılar tarzında bir akşam geçirirken, günlerdir Kübalılar’la iletişimde olduğumuzdan dolayı olsa gerek şimdi de etraftaki tek Küba kökenli olan garsonlara yaklaşıyoruz. Onlarsa işlerini yapıyor olmanın verdiği ciddiyetle bizimle muhabbete girmiyor. O sırada gece eğlencesinde Küba hayatının tasvir edileceği bir gösteri olduğunu öğreniyoruz. Havuz başına giderek gelen geçen turistlerin dedikodusunu yapıyoruz gösteri saatine dek; tabii elimizde tuttuğumuz herşey dahil kokteylleri yudumlayarak. Şov başladığında gerçekler kafamızda dank ediyor. Bunlar bizim günlerdir Küba’daki insanlarla yaşadığımız olayları dalga geçer bir şekilde komiklik olsun diye turistlere sergiliyorlar. Heriberto’nun anlattığı Fidel’in yasaklatıp Raul’un tekrar başlattığı horoz dövüşlerini, Trinidad’da Afrika kökenlilerin esirlikten kurtulma mücadelelerini, Havana’daki falcıları, Kübalı genç kızların/erkeklerin bir turist bulup ülkeden kaçma isteklerini alaylı bir şekilde anlatarak turistleri eğlendirmeyi amaçlıyorlar. Elbette hoşumuza gitmiyor bu şov ve Küba’yı anlatış biçimleri. Calle 62 diye yakınlardaki bir bardan söz etmişti okuduğum forumlarda insanlar. Oraya atıyoruz kendimizi Küba’da hissedebilmek umuduyla.
Tipik bir Kuşadası barı, turistlerin oturduğu masalar, ufak sahnede canlı müzik, dans yarışmaları sergileniyor. Barın üç yanı açık olduğundan eğlence dışarı sokağa taşmış. Sokaktakilerin bir çoğu da Kübalı gençlerden oluşuyor. Vinales ve Trinidad’dan farklı olarak buradaki gençler daha süslü, giysileri gündelik hayat için değil gece için, makyajlı ve bakımlılar. Diğerleri gibi terlikle değil, topuklu ayakkabılarla dans ediyorlar sokakta. Bir grup Kübalı gencin salsa dansını izliyoruz ağzımız açık kalarak. Sanırım şu dansa davet türü yarışmalara çıksalar birinciliği açık farkla kazanırlar. Varadero barlarında turist bölgesi diye olsa gerek içki fiyatları Küba’nın diğer yerlerine göre en az iki kat pahalı. Sahnede, güzel bayan turistlere şişman erkeklerin yaptığı kucak dansı yarışması başlıyor. Buraya da daha fazla dayanamayacağımızı anlayıp geceyi noktalıyoruz.
* Kokteyl ve Küba: Mojitoyu daha önceden anlatmıştım, otelde rom baz alınarak yapılan birçok kokteyli tatma fırsatımız oldu. Belki de otelin en iyi yanı buydu. Cuba Libre; kola ve rom. Daiquiri; rom, yeşil limon suyu, şeker veya tatlandırıcı. Pina colada; rom, ananas suyu ve hindistan cevizi kreması. Bacardi; rom, yeşil limon suyu ve tatlandırıcı, Daiquiri gibi. Bumbo (Bombo); rom, su, şeker ve nutmeg (Nutmeg, küçük hindistan cevizi gibi birşey, baharat tadı veriyor) veya tarçın. Flaming volcano; rom, brandy, ananas ve portakal suyu ile badem şurubu eklenerek yapılıyor. Ayrıca adını hatırlayamadığım domates suyu ve rom, süt ve rom içeren daha birçok kokteyl var Küba’da.
7 Ocak 2010 Perşembe
Küba Günlüklerim - 8. Gün
7 Ocak 2010: Sabah tura yetişmek için erkenden uyandık bugün. Elda’nın hazırladığı kahvaltıdan sadece meyve sularını çabucak içip ekmek arası jambonlarımızı yanımıza alıyoruz günün ilerleyen saatlerinde gerekebilir diye. Arnavut kaldırımlı sokaklarda nereden geldiği belli olmayan sulara basmamak için çabalayarak Parque Central meydanına nefes nefese varıyoruz. Büyük, eski ama bakımlı bir kamyon var binmemiz için. Neşeli ve konuşkan tipik bir tur rehberi bizi karşılayarak üzeri açık ve sandalyeler dizili kamyona binmemize yardımcı oluyor. Sandalyeler sıkıca bağlanmış birbirine ve kamyona. Yine de ilginç bir yolculuk olacağı belli ilk dakikalardan. Diğer turistlerin binmesini beklerken bir yandan da köşe başlarındaki büfelerden ekmek arası jambon almak için sıra bekleyen Kübalılar’ı izliyoruz. Kamyon yola çıkarken bizi el sallayarak uğurluyor bazısı.
Şehirden uzaklaşıp önce ana yola çıkıyor, oradan da Topes de Collantes yönüne tırmanmaya başlıyor kamyon. Virajlı yollarda kamyon üzerinde bir sağa bir sola sallanıyoruz ve iyi ki de montları yanımıza almışız. Herkes birkaç kat daha giyinip sarınıyor iyice rüzgardan korunmak için. Bir süre sonra kamyon duruyor; bir kafenin yer aldığı bu noktada birkaç kişi tuvalete doğru koşarken biz de diğerleriyle birlikte merdivenleri takip ederek bir inşaatın çatısına çıkıyoruz manzara için. Trinidad, Ancon ve La Boca’yı birarada görebiliyoruz buradan. Daha sonra da bindiğimiz kamyon hakkında bilgi edinmek üzere tur rehberini sorguya çekiyoruz. Rus yapımı ZIL marka kamyon, Angola’ya yardım için gönderilmiş 70’lerde Angola’nın bağımsızlık savaşı sırasında. Savaştan sonra da Küba’ya geri getirilerek turistik amaçlarla kullanılmaya başlanmış. Tur rehberi de bizim nereli olduğumuzu soruyor. Türk’üz cevabını duyar duymaz rakı muhabbetine giriyor. Şaşkınlıkla soruyoruz biz de rakıyı nasıl bildiğini. Meğer geçen sene bir Türk grubu varmış gezilerinde rehberlik ettiği. Onlar rakı getirmişler yanlarında Küba’ya, tur rehberine de ikramda bulunmuşlar tabii. Mola bitiyor ve kamyona doluşup, iyice sarınıp bir sonraki noktaya harekete geçiyoruz.
Eskiden hastane şimdi ise özel terapi ve rehabilitasyon merkezi olan 210 odalı dev Kurhotel’e geliyoruz. Otel çalışanları nedeniyle çevrede bir de yerleşim alanı oluşmuş, okulu hatta üniversitesi ile. Las Villas Üniversitesi 1980’den beri faaliyette. Buradan kahve müzesine geçiyoruz. Fransızlar’ın adaya yerleşmesi ile kahveyi ve kahve üretimini öğrenen halk, iklimin kahve bitkisi yetişmesine uygunluğu ve toprağın bereketi sayesinde önemli bir pazar haline getirmiş Küba kahvesini. Küçük ve modern kafenin bahçesinde farklı köşelere yerleştirilmiş yeşil kahve meyvelerini, kuruyup kararmışları, öğütüldüğü el makinelerini, saklandığı kapları, sarıldığı yaprakları görüyoruz. Bu sırada aklımıza Türkiye’de bir kahve müzesi olup olmadığı takılıyor. Hiç duymadığımızı farkediyoruz üzülerek. Kafenin içi de müzenin devamı; duvarlarda eski fotoğraflar, kölelerin yaşadığı ve çalıştığı yerler gösteriliyor haritalarda ve resimlerde. Kahve pişirilen eski kaplar sergileniyor. O sırada tur rehberi bize dönerek, “Kahve Türkiye’den Avrupa’ya yayılmış siz daha iyi bilirsiniz gerçi” diyor. O sırada herkes bize bakınca utanıyoruz keşke Türk kahvesinin nasıl pişirildiği dışında kahve hakkında söyleyecek birşeylerimiz olsaydı diye. Haritayı inceleyip kahvenin Anadolu’ya Yemen’den geldiğini görünce yıllardır bilip kullandığımız sözün anlamını çözüyoruz: “Kahveler Yemen’den mi?” deriz ya hep uzun sürdüğünde pişirilmesi. Tanıtım bitince bizlere kahve ikramı yapılıyor; espresso* tarzı. Bu sırada diğer turistlerle tanışma ve muhabbet imkanı doğuyor. Aslen İngiliz ama Avustralya’da yaşayan bir aile 7-8 yaşlarındaki iki kızlarıyla yolculuk yapıyor. Güney Amerika’yı, Ekvator’u ve yağmur ormanlarını gezmişler ufaklıklar o yaşta. Tropik bitkileri sayıyorlar birbirlerine.
Tekrar kamyona bindikten sonra yürüyüş parkurunun başlayacağı noktaya varıyoruz birkaç kilometre sonunda. Uzun, zorlu bir parkur olacak diyor tur rehberimiz. Jambonlu ekmekleri yemenin tam zamanı. Adamın ardında tek tek sıraya dizilip, başlıyoruz uygun adım yürümeye toplam yirmi kişi, ikisi çocuk. Kahve bitkilerinin palmiye gölgelerinde yetiştiğini, palmiye ağacının her milimetresinin tütün bitkisi sarma, kahve depolama, mutfak inşaatı yapma gibi farklı amaçlarda kullanıldığını, dokununca kapanan bitkinin yapraklarını, leşlerin onlarca kilometre üzerinde uçan yırtıcı kuşları ve daha birçok şeyi anlatıyor bize arada bir durarak. Tepeden aşağıya doğru iniyoruz ve el değmemiş gibi görünen tabiatın keyfini çıkarıyoruz yol boyunca. Tarihte ilk defa bir turist turuna katıldık; ama tura katılmadan da buraları görebilmek çok zor olurmuş diye konuşuyoruz. Uzun bir yürüyüş sonrası şelalelerin başladığı noktaya varıyoruz nihayet. Senenin çok kısa bir süresinde su olurmuş buralarda ve şanslıyız ki biz ona denk geldik. Çünkü az ilerideki durgun suda yüzmek için soyunmaya başlıyor gruptan insanlar. Su öyle soğuk ki soyunup giyinmeyi göze alamıyorum. O sırada Baran nehre atlıyor bile diğer birkaç kişiyle. Ufak kızlar da yüzüyor; ama ben cesaret edemiyorum; su buz gibi. Tur görevlisi de kışın biz yüzmeyiz diyor; tabii 25ºC onlar için kış. Serinlemiş ve ferahlamış olarak sudan çıkanlar üzerlerini değiştiriyor yanımızda; kabin, tuvalet tarzı yerler yok. El değmemiş, değmesine de izin verilmeyecek bir yer burası.
Dönüş için giyinmesi, atıştırması biten yola koyuluyor. Tur rehberi “İnerken en önde, çıkarken en sonda olurum” diyor. Biz de yavaştan tırmanmaya başlıyoruz Baran’la. Artık öğle saati olduğundan taşların üzerinde güneşlenen kertenkeleleri fotoğraflıyor, etrafımızda ötüp bir uçan bir konan Küba ulusal kuşu tocororoyu** gözlemliyoruz. Yukarı doğru çıktıkça hava ısınıyor, üzerimizdekileri bir bir çıkartıyoruz. Arada bir çatallaşan yollarda yönünü şaşıran bizden öncekilerle birlikte indiğimiz yolu bulmak için beyin jimnastiği yapıyor, bir süre ilerledikten sonra doğru veya yanlış yolda olduğumuzu farkediyoruz. Başlangıç noktasına döndüğümüzde yorgun ve açız. Bakıyoruz bizden önce varanlar yerlere atmış bile kendilerini. Şelalede üşüyüp suya girmeyen ben bile çeşmenin altına kafamı sokuyorum serinlemek için. Herkes toplandıktan sonra tekrar kamyona doluşuyoruz turun son durağı olan restorana gitmek üzere. Dağlar arasındaki bu güzel yerin turlar ve turistler için olduğu belli, yani devletin yeri. Herkes yemeğe saldırıyor bir an evvel, kalite ve lezzet arayan yok; biz dahil. Yemek olarak domuz rosto, yanında haşlama sebze ve kurabiye tarzı aperatifler var sadece. Mecburen yiyoruz; çünkü yiyecek başka birşey yok. Masadan kalkıp kendimizi çimlere atıyoruz kahve eşliğinde. Güneş altında yemek sonrası tam siesta yapılası bir yer. Tur rehberi bu civarda oturduğu için bizden ayrılıyor bir traktöre otostop çekerek. Biz de ona el sallayıp kamyonla Trinidad yoluna gidiyoruz.
Parque Central’da bitiyor tur ve herkes ayrı bir yöne dağılıyor. Biz de casa’ya gitmeyip önceki gün seçtiğimiz birkaç resmi satın almak için Plaza Mayor’a çeviriyoruz rotamızı. Baran iki değişik müzik aleti satın alıyor kendisine; ama pazarlık yapabilir miyiz diye çat pat İspanyolcamızla uğraşırken adam kafamdan bir kolye geçiriyor hediye olarak kuru baklagillerin dizilip boyanmasıyla yapılmış. Ben de iki ufak resim seçiyorum eve getirmek için. Viazul otogarına gidip ertesi sabah için Varadero biletlerini ayarlıyoruz. O sırada karşı kaldırımdan tanıdık iki sima geçiyor. Onlar da bizi tanıyor ve el sallıyor yanımıza doğru ilerlerken. Silvia ve Maurizio, Vinales’te, birlikte mağara aradığımız İtalyan çift. Ayaküstü selamlaşıp akşam yemeğinde buluşmak üzere yer ve saat kararlaştırıyoruz hemen. Lonely Planet’te okuduğum bir yeri, Kübalı bir ailenin işlettiği Sol & Son adlı lokantada buluşmayı öneriyorum onlara. Biz oraya gitmeyi önceden kararlaştırmış ve Elda’ya akşam yemeği hazırlamamasını söylemiştik sabah. Akşama hazırlanmak için casa’mıza doğru ilerlerken, sanki eski bir dostla Küba’da karşılaşmış gibi hemen nasıl da yemek için sözleştik onlarla diye konuşuyoruz.
Casa'ya dönünce Elda ve Felix'le hesabı kapatıyoruz. Felix bize sürpriz olarak çalıştığı şeker fabrikasından şeker kamışı getirmiş. Çok şaşırıyoruz, bizim için onu kesip, ki bayağı sert bir odun, soyarak ortasından çıkan beyaz lifli bitkiyi dilimliyor. Nasıl yiyeceğimizi de gösteriyor; ağzımıza atıp çiğniyor, tüm suyu emiyor ve lifleri çıkarıyoruz. Öyle tatlı bir su çıkıyor ki çiğneme sonucu sanki az sulu bol toz şeker yiyoruz. Esmer ve beyaz şeker arasındaki farkı soruyorum Baran'ın tercüme yapmasıyla, hiç bir fark olmadığını, kamışın dallandığı yerlerin kahverengi olduğunu ve dolayısıyla oradan elde edilen şekerin de kahverengi olduğunu söylüyor. Avrupa'da organik şeker diye kahverengi şeker çılgınlığı yaşandığını anlatıyoruz; gülüyor, hiç bir fark yok arasında diyerek.
Sol & Son’a vardığımızda onların bizden önce gelerek dört kişilik bir masaya oturduğunu gördük. Eski eşyalarla dolu bir ev burası bazısı içeride bazısı bahçede 7-8 masası bulunan. Yan masada gündüz turda beraber olduğumuz birkaç kişi de var. Yemek için tavuk istedim, güzel yaptıklarını okumuştum önceden. Tombul orta yaşlı bir adam yapıyor servisi; sahibi yani evin babası olsa gerek. Bize bir porsiyon tavuk kaldığını, balıkların bittiğini, sadece domuz etli birkaç çeşit yemeği kaldığını anlatıyor. Bu tür yerlere paladares deniliyor, casa particular gibi aile işletmesi. Her istediğiniz her zaman bulunmuyor, mutfakta malzeme kalmayınca da kalanlardan ne varsa yiyorsunuz. O nedenle çok taze ve lezzetli herşey. Sabah ve öğle domuz yediğimi duyunca tavuğu bana bırakıyorlar nazikçe. Yemekler geldiğinde birbirimizinkinden tadıyor, yine İngilizce, Türkçe, İtalyanca muhabbet ediyoruz. Hatta bir ara Maurizio tavşanı Bugs Bunny diye tarif ediyor ingilizcesini bilemeyince, epey gülüyoruz. Onlar İtalyan, biz Türk olunca ortak çok konu çıkıyor konuşacak başta yemekler, zeytinyağı, Avrupa Birliği gibi. Ardından önceki akşam gittiğimiz bara götürüyoruz onları. Trinidad’a yeni geldiklerinden biz üç gündür edindiğimiz deneyimleri paylaşıyoruz onlarla. Gece sonunda biz onları Londra’ya çağırıyoruz, onlar da bizi Toskana’ya davet ediyorlar. Güzel bir gece geçirmenin keyfiyle e-posta değiş tokuşu yaptıktan sonra ayrılıyoruz. Dünya’nın başka bir yerinde bu çiftle karşılaşsak yine böyle muhabbet olur muydu, yoksa Küba’nın sıcak havası, ortamı ve doğası mıydı bu tılsımı sağlayan?
* Espresso: Konsantre kahve içeceği, sıcak suyla basınç altında ince öğütülüp demlenir. Diğer kahve çeşitlerine göre en yoğun olanıdır ve latte, macchiato, mocha gibi kahveler espresso baz alınarak üretilir; krema, süt ve esanslar katılarak. Türk kahvesi gibi küçük fincanlarda içilir; tek farkı telve bulunmaması.
* Tocororo: Cuban Trogon da denilen Küba resmi bayrağının renklerini (mavi, beyaz ve kırmızı) aldığı Küba’ya özgü ufak cinste bir kuş. Nesli tükenmek üzere olan bu kuş Küba’nın Sierra Maestra ormanlarında yoğun olarak görülüyor.
Şehirden uzaklaşıp önce ana yola çıkıyor, oradan da Topes de Collantes yönüne tırmanmaya başlıyor kamyon. Virajlı yollarda kamyon üzerinde bir sağa bir sola sallanıyoruz ve iyi ki de montları yanımıza almışız. Herkes birkaç kat daha giyinip sarınıyor iyice rüzgardan korunmak için. Bir süre sonra kamyon duruyor; bir kafenin yer aldığı bu noktada birkaç kişi tuvalete doğru koşarken biz de diğerleriyle birlikte merdivenleri takip ederek bir inşaatın çatısına çıkıyoruz manzara için. Trinidad, Ancon ve La Boca’yı birarada görebiliyoruz buradan. Daha sonra da bindiğimiz kamyon hakkında bilgi edinmek üzere tur rehberini sorguya çekiyoruz. Rus yapımı ZIL marka kamyon, Angola’ya yardım için gönderilmiş 70’lerde Angola’nın bağımsızlık savaşı sırasında. Savaştan sonra da Küba’ya geri getirilerek turistik amaçlarla kullanılmaya başlanmış. Tur rehberi de bizim nereli olduğumuzu soruyor. Türk’üz cevabını duyar duymaz rakı muhabbetine giriyor. Şaşkınlıkla soruyoruz biz de rakıyı nasıl bildiğini. Meğer geçen sene bir Türk grubu varmış gezilerinde rehberlik ettiği. Onlar rakı getirmişler yanlarında Küba’ya, tur rehberine de ikramda bulunmuşlar tabii. Mola bitiyor ve kamyona doluşup, iyice sarınıp bir sonraki noktaya harekete geçiyoruz.
Eskiden hastane şimdi ise özel terapi ve rehabilitasyon merkezi olan 210 odalı dev Kurhotel’e geliyoruz. Otel çalışanları nedeniyle çevrede bir de yerleşim alanı oluşmuş, okulu hatta üniversitesi ile. Las Villas Üniversitesi 1980’den beri faaliyette. Buradan kahve müzesine geçiyoruz. Fransızlar’ın adaya yerleşmesi ile kahveyi ve kahve üretimini öğrenen halk, iklimin kahve bitkisi yetişmesine uygunluğu ve toprağın bereketi sayesinde önemli bir pazar haline getirmiş Küba kahvesini. Küçük ve modern kafenin bahçesinde farklı köşelere yerleştirilmiş yeşil kahve meyvelerini, kuruyup kararmışları, öğütüldüğü el makinelerini, saklandığı kapları, sarıldığı yaprakları görüyoruz. Bu sırada aklımıza Türkiye’de bir kahve müzesi olup olmadığı takılıyor. Hiç duymadığımızı farkediyoruz üzülerek. Kafenin içi de müzenin devamı; duvarlarda eski fotoğraflar, kölelerin yaşadığı ve çalıştığı yerler gösteriliyor haritalarda ve resimlerde. Kahve pişirilen eski kaplar sergileniyor. O sırada tur rehberi bize dönerek, “Kahve Türkiye’den Avrupa’ya yayılmış siz daha iyi bilirsiniz gerçi” diyor. O sırada herkes bize bakınca utanıyoruz keşke Türk kahvesinin nasıl pişirildiği dışında kahve hakkında söyleyecek birşeylerimiz olsaydı diye. Haritayı inceleyip kahvenin Anadolu’ya Yemen’den geldiğini görünce yıllardır bilip kullandığımız sözün anlamını çözüyoruz: “Kahveler Yemen’den mi?” deriz ya hep uzun sürdüğünde pişirilmesi. Tanıtım bitince bizlere kahve ikramı yapılıyor; espresso* tarzı. Bu sırada diğer turistlerle tanışma ve muhabbet imkanı doğuyor. Aslen İngiliz ama Avustralya’da yaşayan bir aile 7-8 yaşlarındaki iki kızlarıyla yolculuk yapıyor. Güney Amerika’yı, Ekvator’u ve yağmur ormanlarını gezmişler ufaklıklar o yaşta. Tropik bitkileri sayıyorlar birbirlerine.
Tekrar kamyona bindikten sonra yürüyüş parkurunun başlayacağı noktaya varıyoruz birkaç kilometre sonunda. Uzun, zorlu bir parkur olacak diyor tur rehberimiz. Jambonlu ekmekleri yemenin tam zamanı. Adamın ardında tek tek sıraya dizilip, başlıyoruz uygun adım yürümeye toplam yirmi kişi, ikisi çocuk. Kahve bitkilerinin palmiye gölgelerinde yetiştiğini, palmiye ağacının her milimetresinin tütün bitkisi sarma, kahve depolama, mutfak inşaatı yapma gibi farklı amaçlarda kullanıldığını, dokununca kapanan bitkinin yapraklarını, leşlerin onlarca kilometre üzerinde uçan yırtıcı kuşları ve daha birçok şeyi anlatıyor bize arada bir durarak. Tepeden aşağıya doğru iniyoruz ve el değmemiş gibi görünen tabiatın keyfini çıkarıyoruz yol boyunca. Tarihte ilk defa bir turist turuna katıldık; ama tura katılmadan da buraları görebilmek çok zor olurmuş diye konuşuyoruz. Uzun bir yürüyüş sonrası şelalelerin başladığı noktaya varıyoruz nihayet. Senenin çok kısa bir süresinde su olurmuş buralarda ve şanslıyız ki biz ona denk geldik. Çünkü az ilerideki durgun suda yüzmek için soyunmaya başlıyor gruptan insanlar. Su öyle soğuk ki soyunup giyinmeyi göze alamıyorum. O sırada Baran nehre atlıyor bile diğer birkaç kişiyle. Ufak kızlar da yüzüyor; ama ben cesaret edemiyorum; su buz gibi. Tur görevlisi de kışın biz yüzmeyiz diyor; tabii 25ºC onlar için kış. Serinlemiş ve ferahlamış olarak sudan çıkanlar üzerlerini değiştiriyor yanımızda; kabin, tuvalet tarzı yerler yok. El değmemiş, değmesine de izin verilmeyecek bir yer burası.
Dönüş için giyinmesi, atıştırması biten yola koyuluyor. Tur rehberi “İnerken en önde, çıkarken en sonda olurum” diyor. Biz de yavaştan tırmanmaya başlıyoruz Baran’la. Artık öğle saati olduğundan taşların üzerinde güneşlenen kertenkeleleri fotoğraflıyor, etrafımızda ötüp bir uçan bir konan Küba ulusal kuşu tocororoyu** gözlemliyoruz. Yukarı doğru çıktıkça hava ısınıyor, üzerimizdekileri bir bir çıkartıyoruz. Arada bir çatallaşan yollarda yönünü şaşıran bizden öncekilerle birlikte indiğimiz yolu bulmak için beyin jimnastiği yapıyor, bir süre ilerledikten sonra doğru veya yanlış yolda olduğumuzu farkediyoruz. Başlangıç noktasına döndüğümüzde yorgun ve açız. Bakıyoruz bizden önce varanlar yerlere atmış bile kendilerini. Şelalede üşüyüp suya girmeyen ben bile çeşmenin altına kafamı sokuyorum serinlemek için. Herkes toplandıktan sonra tekrar kamyona doluşuyoruz turun son durağı olan restorana gitmek üzere. Dağlar arasındaki bu güzel yerin turlar ve turistler için olduğu belli, yani devletin yeri. Herkes yemeğe saldırıyor bir an evvel, kalite ve lezzet arayan yok; biz dahil. Yemek olarak domuz rosto, yanında haşlama sebze ve kurabiye tarzı aperatifler var sadece. Mecburen yiyoruz; çünkü yiyecek başka birşey yok. Masadan kalkıp kendimizi çimlere atıyoruz kahve eşliğinde. Güneş altında yemek sonrası tam siesta yapılası bir yer. Tur rehberi bu civarda oturduğu için bizden ayrılıyor bir traktöre otostop çekerek. Biz de ona el sallayıp kamyonla Trinidad yoluna gidiyoruz.
Parque Central’da bitiyor tur ve herkes ayrı bir yöne dağılıyor. Biz de casa’ya gitmeyip önceki gün seçtiğimiz birkaç resmi satın almak için Plaza Mayor’a çeviriyoruz rotamızı. Baran iki değişik müzik aleti satın alıyor kendisine; ama pazarlık yapabilir miyiz diye çat pat İspanyolcamızla uğraşırken adam kafamdan bir kolye geçiriyor hediye olarak kuru baklagillerin dizilip boyanmasıyla yapılmış. Ben de iki ufak resim seçiyorum eve getirmek için. Viazul otogarına gidip ertesi sabah için Varadero biletlerini ayarlıyoruz. O sırada karşı kaldırımdan tanıdık iki sima geçiyor. Onlar da bizi tanıyor ve el sallıyor yanımıza doğru ilerlerken. Silvia ve Maurizio, Vinales’te, birlikte mağara aradığımız İtalyan çift. Ayaküstü selamlaşıp akşam yemeğinde buluşmak üzere yer ve saat kararlaştırıyoruz hemen. Lonely Planet’te okuduğum bir yeri, Kübalı bir ailenin işlettiği Sol & Son adlı lokantada buluşmayı öneriyorum onlara. Biz oraya gitmeyi önceden kararlaştırmış ve Elda’ya akşam yemeği hazırlamamasını söylemiştik sabah. Akşama hazırlanmak için casa’mıza doğru ilerlerken, sanki eski bir dostla Küba’da karşılaşmış gibi hemen nasıl da yemek için sözleştik onlarla diye konuşuyoruz.
Casa'ya dönünce Elda ve Felix'le hesabı kapatıyoruz. Felix bize sürpriz olarak çalıştığı şeker fabrikasından şeker kamışı getirmiş. Çok şaşırıyoruz, bizim için onu kesip, ki bayağı sert bir odun, soyarak ortasından çıkan beyaz lifli bitkiyi dilimliyor. Nasıl yiyeceğimizi de gösteriyor; ağzımıza atıp çiğniyor, tüm suyu emiyor ve lifleri çıkarıyoruz. Öyle tatlı bir su çıkıyor ki çiğneme sonucu sanki az sulu bol toz şeker yiyoruz. Esmer ve beyaz şeker arasındaki farkı soruyorum Baran'ın tercüme yapmasıyla, hiç bir fark olmadığını, kamışın dallandığı yerlerin kahverengi olduğunu ve dolayısıyla oradan elde edilen şekerin de kahverengi olduğunu söylüyor. Avrupa'da organik şeker diye kahverengi şeker çılgınlığı yaşandığını anlatıyoruz; gülüyor, hiç bir fark yok arasında diyerek.
Sol & Son’a vardığımızda onların bizden önce gelerek dört kişilik bir masaya oturduğunu gördük. Eski eşyalarla dolu bir ev burası bazısı içeride bazısı bahçede 7-8 masası bulunan. Yan masada gündüz turda beraber olduğumuz birkaç kişi de var. Yemek için tavuk istedim, güzel yaptıklarını okumuştum önceden. Tombul orta yaşlı bir adam yapıyor servisi; sahibi yani evin babası olsa gerek. Bize bir porsiyon tavuk kaldığını, balıkların bittiğini, sadece domuz etli birkaç çeşit yemeği kaldığını anlatıyor. Bu tür yerlere paladares deniliyor, casa particular gibi aile işletmesi. Her istediğiniz her zaman bulunmuyor, mutfakta malzeme kalmayınca da kalanlardan ne varsa yiyorsunuz. O nedenle çok taze ve lezzetli herşey. Sabah ve öğle domuz yediğimi duyunca tavuğu bana bırakıyorlar nazikçe. Yemekler geldiğinde birbirimizinkinden tadıyor, yine İngilizce, Türkçe, İtalyanca muhabbet ediyoruz. Hatta bir ara Maurizio tavşanı Bugs Bunny diye tarif ediyor ingilizcesini bilemeyince, epey gülüyoruz. Onlar İtalyan, biz Türk olunca ortak çok konu çıkıyor konuşacak başta yemekler, zeytinyağı, Avrupa Birliği gibi. Ardından önceki akşam gittiğimiz bara götürüyoruz onları. Trinidad’a yeni geldiklerinden biz üç gündür edindiğimiz deneyimleri paylaşıyoruz onlarla. Gece sonunda biz onları Londra’ya çağırıyoruz, onlar da bizi Toskana’ya davet ediyorlar. Güzel bir gece geçirmenin keyfiyle e-posta değiş tokuşu yaptıktan sonra ayrılıyoruz. Dünya’nın başka bir yerinde bu çiftle karşılaşsak yine böyle muhabbet olur muydu, yoksa Küba’nın sıcak havası, ortamı ve doğası mıydı bu tılsımı sağlayan?
* Espresso: Konsantre kahve içeceği, sıcak suyla basınç altında ince öğütülüp demlenir. Diğer kahve çeşitlerine göre en yoğun olanıdır ve latte, macchiato, mocha gibi kahveler espresso baz alınarak üretilir; krema, süt ve esanslar katılarak. Türk kahvesi gibi küçük fincanlarda içilir; tek farkı telve bulunmaması.
* Tocororo: Cuban Trogon da denilen Küba resmi bayrağının renklerini (mavi, beyaz ve kırmızı) aldığı Küba’ya özgü ufak cinste bir kuş. Nesli tükenmek üzere olan bu kuş Küba’nın Sierra Maestra ormanlarında yoğun olarak görülüyor.
6 Ocak 2010 Çarşamba
Küba Günlüklerim - 7. Gün
6 Ocak 2010: Evde taze meyve suları ve kahve eşliğinde kahvaltıdan sonra havanın güzelliğinden etkilenip mayolarımızı da giyiyoruz ne olur ne olmaz diyerek. Sokaklar sabah işe ve okula giden insanlarla dolu. İlk olarak cambio’ya (banka) uğrayıp biraz daha döviz bozduruyoruz. Her zamanki gibi turistlerden ve Kübalılar’dan oluşan uzun bir sıra var önünde. Önceki gece kapalı olan turizm ofislerinden nerede ne var diye sorup soruşturup Playa Ancon’a* (Ancon plajı) nasıl gideceğimizi öğreniyoruz. Her saat başı şehri dolanan ve plaja da uğrayan servisler burada da var tıpkı Vinales’teki gibi. Durakta uzun bir sıra var önümüzde turistlerle dolu. Biz de beklemeye koyuluyoruz. Taksiler de yolun karşısında sıraya girmiş. Baran gidip öğreniyor ücretini; hemen hemen aynı fiyata götürüyor eğer yanımıza iki kişi daha bulursak. Arkamızda bekleyen turistlere teklif ediyoruz taksi paylaşmayı. Kabul etmiyorlar. O sırada otobüs geliyor; ama o kadar dolu ki ancak ön sıralardan birkaç kişi binebiliyor. O sırada biz ne olduğunu farkedene dek taksiler atak davranan müşterilerle yola koyuluyor. Önümüzde duran orta yaşlı bir çift bize taksi paylaşmayı teklif edince hemen kabul ediyoruz; ama bu kez de ortada taksi kalmıyor. Biraz bekledikten sonra kanun dışı çalışan bir araç sahibiyle anlaşıyoruz. Bizi 1947 model yeşil bir Plymouth** ile plaja götürecek. Otobüse binip diğer taksileri kaçırdığımıza üzülmüyoruz arabayı görünce; hatta seviniyoruz. Böyle bir araçta seyahat fırsatı her zaman ele geçmez.
Arabadaki diğer çift Alman. Bizim Türk olduğumuza şaşırıyorlar ve Berlin’deki Türkler’den bahsediyorlar: kebapçı olarak bilinen Türkler’den. Yol boyu İstanbul, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri, Alamancılar ve futbol üzerine konuşuyoruz. Tabii bir de bindiğimiz araba hakkında. Erkek olan arabanın kendisiyle yaşıt olduğunu söylüyor gülerek. Dönüş için saat kararlaştırıp bizi gelip almasını rica ediyoruz arabanın sahibinden. Alman çift bir gün önce de bu plajdaymış; bize görülmesi, yapılması, yenilmesi gerekenleri anlatıyor ayrılmadan önce. Bizse sabırsızız, kumlara koşmak istiyoruz hemen. Deniz türkuvaz renkli, güneş tepemizde parlıyor, kumlar altın rengi incecik, hafif rüzgar ise yüksek palmiye ağaçlarını sallıyor. Hemen üzerimizi değiştirip atıyoruz kendimizi serin sulara ve ardından ılık kumlar üzerine.
Biraz uyku ve tembellikten sonra acıkmış olarak Almanlar’ın bize önerdiği pizzacıda soluğu alıyoruz. Burası bir otele ait olduğundan devletin yeri ve servis inanılmaz derecede yavaş. Garsonlar hesabı almak için bile gelmiyor masaya. Vinales’te konuştuğumuz birkaç turistle karşılaşıyoruz pizzacıda. Herkes bizimle aynı güzergahı paylaşıyor gibi geliyor bana bir gün eksik bir gün fazla. Nihayet dışarı çıktığımızda akşamüzeri serinliğini farkediyoruz rüzgarı daha sert estiren. Sahilde yürüyüş yaparak Alman çiftle buluşma vaktini bekliyoruz hafiften bronzlaşmış olan derimizde tuz izlerinin keyfiyle.
1947 yaşındaki arabayı bekliyoruz; ama gelmiyor. 15 dakika bekledikten sonra adamın belki başka bir işi çıktığını ya da daha iyi kazanç sağlayacağı müşteri bulduğunu Alman çiftin erkeğine anlatmaya çalışıyoruz. Fakat o inatla, o aracı beklemek istiyor. Herhalde Alman mantığı olsa gerek; gelecek denildiyse gelecek. Otellerde çalışan Kübalılar’ın binmesi için halk otobüsleri geliyor. Bizim orada beklediğimizi görenler bizi otobüse davet etse de Almanlar ısrarla beklemekte kararlı. Yaklaşık yarım saat bekleyiş sonunda nihayet pes ediyorlar ve başka bir taksiye atlayıp gün batımı için Casa de la Musica merdivenlerine yetişiyoruz böylelikle. Plaza Mayor’da birçok dükkan var el yapımı müzik aletleri, takılar ve yağlı boya resimler satan. Dükkanları gezip resimleri inceliyoruz uzun uzun eve hatıra birkaç şey götürmek üzere. Ben resimlere kilitlendim daha çok, Baran da Afrika kökenli müzik aletlerine. Turizm ofisleri kapanmadan Topes de Collantes*** turu ayarlıyoruz ertesi güne. Ev sahiplerimiz orayı mutlaka görmemizi istemişlerdi ve tura katılmaktan başka ve ekonomik gidiş yolu yok ne yazık ki.
Elda sofrayı hazırlarken ben de 2 yaşındaki torunuyla oynuyorum. Kıvırcık saçlı, melez, yerinde duramayan bu erkek çocuğu zaptetmek çok güç. Onu bir süre balıklarla oyaladıktan sonra annesi gelip alıyor yemeğimiz hazır olduğu için. Balık ağırlıklı bir menü var sofrada bu akşam yanında siyah fasülyeli pilavla. Evin erkekleri de arkadaşlarını ağırlıyor terasta neşeli bir içki sofrasıyla. Bize tanıdık geliyor bu muhabbetler.
Gece hava oldukça serin ve belki de bu sebeple bir önceki akşamın eğlencesi yok meydanda. Çin’li Yuna ile karşılaşıyoruz burada da; dünya mı küçük yoksa bizi mi takip ediyor diye şakalaşıyoruz bile. Canlı müzik olan başka bir mekan buluyoruz; kapıda bilet kesiyorlar; ama meydana göre daha korunaklı olduğundan içeri giriyoruz ve iyi ki de burayı seçiyoruz. Şovlar, dans ve müzik bu gece burada. Oturacak yer buluyor ve eğlenmeye bakıyoruz. Afrika kökenli dansçılar burada çıkıyor bu gece farklı danslarla. Arada bir turist bir Kübalı eş oluyor yine salsa yapmak için. Rüzgardan korunaklı bu barda iyi vakit geçiriyoruz tatilimizin yarısı bitti diye kadeh kaldırarak.
* Playa Ancon: Küba'nın güney sahillerindeki en iyi kum ve plaj burada. Trinidad'a araba ile 15 dakika uzaklıkta bu tatil yöresinde üç otel bulunuyor. Tek kötü yanı ki oteller sizden saklar, gün doğumu ve gün batımında ortaya çıkan sinekler. Serbest ve tüplü dalışın yanı sıra balıkçılık turları da turistler tarafından ilgi görüyor.
** 1960’lara dek Küba Amerikan arabalarının en büyük alıcısıymış. Zamanında geniş, ağır, aile arabalarını tercih etmişler hep ithal ederken. Amerikan ambargosundan sonraysa ancak Rus Lada marka arabaları satın alabilir olmuşlar ki bunlar da birkaç on yıldan fazla dayanamamış. Halbuki adadaki Amerikan arabaları hala kullanımda ve çoğu turistlere hizmet ediyor. Kendi arabasını satın almak da güç bir Küba’lı için. Hem pahalı hem de benzin fiyatlarını karşılamak imkansız ekonomik olarak.
*** Topes de Collantes: Küba’nın en yüksek tepelerinden biridir. Trinidad ve Şeker Fabrikaları Vadisi gibi iki önemli dünya mirası eteklerinde yer alır ki tüm bölge doğal koruma alanıdır. Kahve üreticilerinin yaşadığı bu bölgeye, Batista eşinin hastalığı nedeniyle dev bir tüberküloz tedavi merkezi yapar. Yönetim değişikliğinden sonra, önce okula daha sonra da rehabilitasyon ve özel tedavilerin yapıldığı bir otele dönüşen dışarıdan çirkin görünümlü bu binanın odalarında birçok ünlü ressamın resimleri yeralır. Etrafında ise doğal bir cennet saklıdır yürüyüş parkurları arasındaki şelaleler, mağaralar, kanyonlar, nehirler ve göllerle.
5 Ocak 2010 Salı
Küba Günlüklerim - 6. Gün
5 Ocak 2010: Tatildeyiz demeden sabah 6’da kalkıyoruz; Trinidad’a gitmek için ayarladığımız taksi saat 7 civarı bizi almaya gelecek çünkü. Salı günleri hariç hergün Vinales’den Trinidad’a Viazul işliyor. Salılar için de 4 kişiye özel taksiler ayarlanıyor hemen hemen otobüsle aynı fiyata denk geliyor. Yoksa önce Havana’ya oradan da Trinidad’a geçmemiz gerek yolu biraz uzatarak. Lumino’nun enfes kahvaltısı sonrası yanımıza verdiği bir şişe guava suyunu da alıp uzun bir vedalaşma sahnesi yaşıyoruz. Hatta Baran dayanamayıp tekrar tekrar sarılıyor Lumino’ya yakın bir akraba misali. Lumino da bize “Seneye sizi bebekle bekliyoruz, siz gezersiniz ben bebeğe bakarım” diyor bir anne gibi.
Tesadüfen arabada birkaç gün önce karşılaştığımız Arjantin’li çift var Trinidad gezisinde bize eşlik edecek olan. Onların hem İspanyolca hem de İngilizce bilmeleri sayesinde şöforle ilişkimiz kesilmiyor yaklaşık yedi saatlik yol boyunca. Malia ve Gabriel ile tanışıyoruz ve arka koltukta sıkışıp kaynaşıyoruz iyice. Bir aylığına gelmişler Küba’ya; kıskanıyoruz tabii. Arjantin’de Sosyoloji üzerine master yapıyorlar ve üniversite öğretim görevlileri aynı zamanda. Malia üniversite değişim programıyla Avrupa’da yaşamış bir sene, İngilizcesi oldukça iyi. İkisi de başta Che Arjantin kökenli olduğundan Küba’dalar. Bir de sosyoloji okuduklarından komünist düzende yaşayan insanları gözlemlemek amaçları. Bu sebeple genelde bizim gibi turistlerden kaçıp halk arasına karışmışlar seyahatlari boyunca. Tek lüksleri bindiğimiz bu taksiymiş iki haftadır süren yolculuklarında. Trinidad sonrasında Che ve adamlarının Küba’nın güney doğusunda Sierra Maestra’dan başlayan yolculuk güzergahında, ormanlar-parklar içinde bir tur yapmayı düşünüyorlar. Yolculuk boyunca konuşacak çok şey buluyoruz; ama sıcaktan yorgun düşünce birbirimize yaslanıp uyuduğumuz da oluyor. Baran ve Gabriel uzun boylu olduklarından sırayla öne geçiyorlar her molada. Vinales’ten Havana’ya doğru gittikçe kapalı ve serin hava yerini sıcak ve bunaltıcı havaya bırakıyor. Öğle civarı yol üzerindeki köylerden birinde duruyoruz. Bütün domuz çeviren bir adamın tezgahında uzun kuyruklar oluşmuş ekmek arası domuz eti almak isteyenlerden. Şoför de sıraya giriyor; Arjantinliler de inip hemen alıyorlar birer domuz etli sandiviç. Biz de alsak mı derken o sırada domuz ve ekmekler üzerinde gezinen sinekleri görünce iştahımız kaçıyor. Trinidad’a az kaldı diyerek Londra’da depoladığımız bisküvilerle idare ediyoruz. Hayat kurtarıcı bu abur cuburlar burada. İyi ki forumları okuyup almışız yanımıza.
Havana’nın biraz güneyinden geçerek ilerlediğimiz rotamızda güzel ve eski bir şehir olan Cienfuegos’a geliyoruz Trinidad yolunda. Burası da Trinidad kadar ünlü, turistik ve dünya mirası listesinde. Denize tekrar yaklaşmış olduğumuzun belirtisi soluduğumuz havada. Bu yolculuk sırasında bir kez daha Küba’yı gezmek için araba kiralamadığımıza memnunuz. Yollarda ne bir tabela, ne yön gösteren oklar ne de trafik işaretleri var.
Trinidad’da kalacağımız yeri Lumino ayarladı. Küba’da her casa sahibinin başka şehirlerde tanıdığı casa’lar var müşterini paslaştığı. Birbirlerini yüzyüze tanımasalar da telefon vasıtasıyla biliyorlar ve kendi misafirlerinin ne yöne gideceklerini öğrendikten sonra önerilerde bulunuyorlar. Lumino bize arkadaşında yer olmadığını; ama arkadaşının bize başka bir yer ayarladığını söylemişti. Sabah şoföre de bizzat kendisi adresi tarif etmişti. Taksici bizi arnavut kaldırımlı Trinidad sokaklarından geçirdikten sonra, yüksek kırmızı tahta kapılı bir casa önünde bırakıyor. Malia ve Gabriel ile kısaca vedalaşıyoruz yine görüşürüz buralarda diyerek. Casa sahibi yaşlıca bir adam; bizimle tanıştıktan sonra haydi bakalım diyerek çantaları yüklenip asıl casa’mıza, Casa Elda'ya doğru yola koyuluyoruz. Adam önde biz arkada epey bir yürüdükten sonra Santa Ana kilisesi karşısında bahçeli tek katlı bir eve giriyoruz. Tipik Trinidad evi olmaması canımızı sıkıyor ilk etapta. Orta yaşlı kısa kıvırcık saçlı, hareketleri ağır ama gülümseyen bir bayan (Elda) ve eşi Felix ile tanışıyoruz. Odamızı gösteriyorlar; hayli geniş, örtü ve çiçeklerle süslü bir oda bahçenin bir kenarında. Yemek masası avluda, etrafında büyük akvaryumlar var içinde renkli balıklar yüzen. Elda bizi merdivenle çatıya çıkarıyor, manzara da odaya dahil. Şimdilik herşey iyi görünüyor; ama Lumino’dan sonra hiçbir casa sahibine ısınamayacağımızı anlıyoruz. Casa sahipleri genelde evin hanımı; casa isimleri de evin hanımının ismi. Ev sahipleriyle tanışma faslını geçip odaya kaydımızı yaptırdıktan sonra dolaşmak için dışarı atıyoruz kendimizi. Tabii öncesinde Elda’dan bize akşam için yemek hazırlamasını rica ediyoruz.
On dakikadan az bir yürüyüş mesafesinde şehrin göbeği; Plaza Mayor. Havana ve Vinales sonrasında burası bambaşka bir yer. Aynı ülkede bu kadar farklı mimari, farklı ülkeler tarafından işgaller’den* kaynaklanıyormuş. Buraya da Fransızlar gelip yerleşmiş Haiti’deki isyandan kaçıp. Evler yüksek tavanlı, küçük pencereli, renkli tahta kapılı genelde. Trinidad’da da Havana’daki gibi dolandırıcılar olduğunu okuyup dinlemiştik hep; ama buradakiler bizi pek rahatsız etmiyor. Kimbilir belki de biz alıştık. Biraz arnavut kaldırımlı dar sokaklarda dolaştıktan sonra, ki Trinidad da bir açık hava müzesi gibi, şimdilerde müze, 1500’lerde zengin bir şeker tüccarının evi olan geniş avlulu yapıya doğru ilerliyoruz. Saat 5’e yaklaştığından görevli bayan içeriye girmemize izin vermiyor; ama biz biraz ısrar biraz da rica ederek kendimize bilet kestiriyoruz. Amacımız kuleye çıkarak Trinidad’ı kuşbakışı tanımak. Biraz sıra bekledikten sonra dar, tahta merdivenlerle yukarı çıkıyoruz ve muhteşem manzara bizi bekliyor orada. Tüm gün arabada tıkılmışlığın acısını çıkartıyoruz; kuşlar bir gösteri yapıyor uzaklarda dağlara doğru, gün batıyor diğer yanda denize. Aşağıda Trinidad sokakları cıvıl cıvıl rengarenk. Müzik sesleri yayılıyor her yönden aynı ritim farklı ezgilerle. Yorgunluk gidiyor, ferahlıyoruz. Aşağıya inip sokak arasında bir kafe buluyoruz bol turistli. İçerisi çok güzel döşenmiş. Toprak kaplar içerisinde rom, limon ve şekerle yapılan bir içki servisi var. Onu yudumlayıp tabii ki bir köşede çalan canlı müziği dinliyoruz yine.
Evde Elda yengeç hazırlamıştı bize. Lumino kadar çok ve çeşitli yapmasa da, yanındaki mezeler ve salatalar ile ideal bir akşam yemeği yiyoruz. Hava gün batımında serin buralarda da. Yemek masası ise avluda. Buradaki ailenin asmalı konak tarzı bir evi ve kültürü var gibi geliyor bize. Elda ve Felix dışında ailenin araba tamircisi (tamirhane de evin diğer ucunda) oğlu ve gelini iki yaşındaki bebekleriyle evin bir odasında yaşıyor. Öte yandan oğlunun ilk eşinden olan on yaşında bir erkek çocuğu da burada yaşıyor ve cici annesiyle araları oldukça iyi. Evin gelini gündüz çalışıp akşamları çocuklarla oyunlar oynuyor. Biz bahçede yemeğimizi yerken, onlar da aynı vakitlerde mutfakta yiyorlar yemeklerini. Önce çocuklar, sonra erkekler ve en son da kadınlar sırasıyla.
Giyinip süslenip, montlarımıza da sıkıca sarınıp Plaza Mayor yolunu tutuyoruz. Kilise yanından geniş bir merdivenle yukarı doğru giden çıkmaz sokak geceleri açık hava barına dönüşüyor Casa de la Musica adıyla. Dileyen (tabii ki turistler) masalara, dileyen merdivenlere oturuyor. Canlı müzik yapan kalabalık orkestranın müziği şehrin sokaklarında yankılanıyor. Biri turist biri Küba’lı eşler pistte salsaya başladı bile. Trinidad’ın da salsa ve gece hayatı meşhur. Tüm gençler burada, adım atmaya yer yok. Bar önünde epey bir sıra bekledikten sonra birer sek rom alıp plastik bardaklarda, Pinar del Rio’dan satın aldığımız puroyu yakıyoruz denemek için. Ben sevmiyorum pek; ama Baran az da olsa havaya giriyor bir Baba 3 misali tüttürüyor dumanı. Üşüyünce biz de kendimizi piste atıyoruz; kime ne onlar kadar güzel salsa yapamıyorsak? En azından çabalıyoruz. Daha sonra ilerdeki merdivenlerde oturan yolda beraber geldiğimiz Arjantin’li çifti görüp yanlarına gidiyoruz. O sırada sahnede çoğu zencilerden oluşan dansçılar var. Kölelikten bugüne gelişlerini anlatan uzun ve güzel bir gösteri sergiliyorlar. Burada da birkaç şarkı arası para toplama veya cd satma olayı var; ama hakediyorlar. Bu tür gösterilere bilet almak için Avrupa’da bir dünya para ödeniyor.
* Küba’nın işgalleri: Christopher Columbus tarafından 1492’de keşfedildiğinde İspanyollar sahip çıkıyor adaya ta ki 1762’de Havana İngilizler’in hakimiyetine geçene dek. 1900’lere dek Amerika ve İspanya Küba için sürekli savaşıyor. Yerli halk İspanyollar’ı sevmese de şeker ve tütün yetiştirmeyi onlardan öğreniyor. Hatta Afrika’dan köleler getiriliyor yeterli iş gücü sağlansın diye. Havana’nın işgali sırasında İngilizler de yanlarında kölelerini getiriyor dışarıdan. 1791’de Haiti de köle sayısı soylu sayısını geçip de devrim olduğunda Haiti’den kaçan Fransızlar soluğu Küba’da alıyorlar ve onlara Avrupa’da Türkler’den öğrendikleri kahveyi ve nasıl yetiştirileceğini öğretiyorlar. Küba 1800’lerde şeker sayesinde altın devrini yaşıyor. Daha sonra ise köleleğin kaldırılması, Amerika ve bağımsızlık mücadeleleri ile bugünlere geliyor.
Tesadüfen arabada birkaç gün önce karşılaştığımız Arjantin’li çift var Trinidad gezisinde bize eşlik edecek olan. Onların hem İspanyolca hem de İngilizce bilmeleri sayesinde şöforle ilişkimiz kesilmiyor yaklaşık yedi saatlik yol boyunca. Malia ve Gabriel ile tanışıyoruz ve arka koltukta sıkışıp kaynaşıyoruz iyice. Bir aylığına gelmişler Küba’ya; kıskanıyoruz tabii. Arjantin’de Sosyoloji üzerine master yapıyorlar ve üniversite öğretim görevlileri aynı zamanda. Malia üniversite değişim programıyla Avrupa’da yaşamış bir sene, İngilizcesi oldukça iyi. İkisi de başta Che Arjantin kökenli olduğundan Küba’dalar. Bir de sosyoloji okuduklarından komünist düzende yaşayan insanları gözlemlemek amaçları. Bu sebeple genelde bizim gibi turistlerden kaçıp halk arasına karışmışlar seyahatlari boyunca. Tek lüksleri bindiğimiz bu taksiymiş iki haftadır süren yolculuklarında. Trinidad sonrasında Che ve adamlarının Küba’nın güney doğusunda Sierra Maestra’dan başlayan yolculuk güzergahında, ormanlar-parklar içinde bir tur yapmayı düşünüyorlar. Yolculuk boyunca konuşacak çok şey buluyoruz; ama sıcaktan yorgun düşünce birbirimize yaslanıp uyuduğumuz da oluyor. Baran ve Gabriel uzun boylu olduklarından sırayla öne geçiyorlar her molada. Vinales’ten Havana’ya doğru gittikçe kapalı ve serin hava yerini sıcak ve bunaltıcı havaya bırakıyor. Öğle civarı yol üzerindeki köylerden birinde duruyoruz. Bütün domuz çeviren bir adamın tezgahında uzun kuyruklar oluşmuş ekmek arası domuz eti almak isteyenlerden. Şoför de sıraya giriyor; Arjantinliler de inip hemen alıyorlar birer domuz etli sandiviç. Biz de alsak mı derken o sırada domuz ve ekmekler üzerinde gezinen sinekleri görünce iştahımız kaçıyor. Trinidad’a az kaldı diyerek Londra’da depoladığımız bisküvilerle idare ediyoruz. Hayat kurtarıcı bu abur cuburlar burada. İyi ki forumları okuyup almışız yanımıza.
Havana’nın biraz güneyinden geçerek ilerlediğimiz rotamızda güzel ve eski bir şehir olan Cienfuegos’a geliyoruz Trinidad yolunda. Burası da Trinidad kadar ünlü, turistik ve dünya mirası listesinde. Denize tekrar yaklaşmış olduğumuzun belirtisi soluduğumuz havada. Bu yolculuk sırasında bir kez daha Küba’yı gezmek için araba kiralamadığımıza memnunuz. Yollarda ne bir tabela, ne yön gösteren oklar ne de trafik işaretleri var.
Trinidad’da kalacağımız yeri Lumino ayarladı. Küba’da her casa sahibinin başka şehirlerde tanıdığı casa’lar var müşterini paslaştığı. Birbirlerini yüzyüze tanımasalar da telefon vasıtasıyla biliyorlar ve kendi misafirlerinin ne yöne gideceklerini öğrendikten sonra önerilerde bulunuyorlar. Lumino bize arkadaşında yer olmadığını; ama arkadaşının bize başka bir yer ayarladığını söylemişti. Sabah şoföre de bizzat kendisi adresi tarif etmişti. Taksici bizi arnavut kaldırımlı Trinidad sokaklarından geçirdikten sonra, yüksek kırmızı tahta kapılı bir casa önünde bırakıyor. Malia ve Gabriel ile kısaca vedalaşıyoruz yine görüşürüz buralarda diyerek. Casa sahibi yaşlıca bir adam; bizimle tanıştıktan sonra haydi bakalım diyerek çantaları yüklenip asıl casa’mıza, Casa Elda'ya doğru yola koyuluyoruz. Adam önde biz arkada epey bir yürüdükten sonra Santa Ana kilisesi karşısında bahçeli tek katlı bir eve giriyoruz. Tipik Trinidad evi olmaması canımızı sıkıyor ilk etapta. Orta yaşlı kısa kıvırcık saçlı, hareketleri ağır ama gülümseyen bir bayan (Elda) ve eşi Felix ile tanışıyoruz. Odamızı gösteriyorlar; hayli geniş, örtü ve çiçeklerle süslü bir oda bahçenin bir kenarında. Yemek masası avluda, etrafında büyük akvaryumlar var içinde renkli balıklar yüzen. Elda bizi merdivenle çatıya çıkarıyor, manzara da odaya dahil. Şimdilik herşey iyi görünüyor; ama Lumino’dan sonra hiçbir casa sahibine ısınamayacağımızı anlıyoruz. Casa sahipleri genelde evin hanımı; casa isimleri de evin hanımının ismi. Ev sahipleriyle tanışma faslını geçip odaya kaydımızı yaptırdıktan sonra dolaşmak için dışarı atıyoruz kendimizi. Tabii öncesinde Elda’dan bize akşam için yemek hazırlamasını rica ediyoruz.
On dakikadan az bir yürüyüş mesafesinde şehrin göbeği; Plaza Mayor. Havana ve Vinales sonrasında burası bambaşka bir yer. Aynı ülkede bu kadar farklı mimari, farklı ülkeler tarafından işgaller’den* kaynaklanıyormuş. Buraya da Fransızlar gelip yerleşmiş Haiti’deki isyandan kaçıp. Evler yüksek tavanlı, küçük pencereli, renkli tahta kapılı genelde. Trinidad’da da Havana’daki gibi dolandırıcılar olduğunu okuyup dinlemiştik hep; ama buradakiler bizi pek rahatsız etmiyor. Kimbilir belki de biz alıştık. Biraz arnavut kaldırımlı dar sokaklarda dolaştıktan sonra, ki Trinidad da bir açık hava müzesi gibi, şimdilerde müze, 1500’lerde zengin bir şeker tüccarının evi olan geniş avlulu yapıya doğru ilerliyoruz. Saat 5’e yaklaştığından görevli bayan içeriye girmemize izin vermiyor; ama biz biraz ısrar biraz da rica ederek kendimize bilet kestiriyoruz. Amacımız kuleye çıkarak Trinidad’ı kuşbakışı tanımak. Biraz sıra bekledikten sonra dar, tahta merdivenlerle yukarı çıkıyoruz ve muhteşem manzara bizi bekliyor orada. Tüm gün arabada tıkılmışlığın acısını çıkartıyoruz; kuşlar bir gösteri yapıyor uzaklarda dağlara doğru, gün batıyor diğer yanda denize. Aşağıda Trinidad sokakları cıvıl cıvıl rengarenk. Müzik sesleri yayılıyor her yönden aynı ritim farklı ezgilerle. Yorgunluk gidiyor, ferahlıyoruz. Aşağıya inip sokak arasında bir kafe buluyoruz bol turistli. İçerisi çok güzel döşenmiş. Toprak kaplar içerisinde rom, limon ve şekerle yapılan bir içki servisi var. Onu yudumlayıp tabii ki bir köşede çalan canlı müziği dinliyoruz yine.
Evde Elda yengeç hazırlamıştı bize. Lumino kadar çok ve çeşitli yapmasa da, yanındaki mezeler ve salatalar ile ideal bir akşam yemeği yiyoruz. Hava gün batımında serin buralarda da. Yemek masası ise avluda. Buradaki ailenin asmalı konak tarzı bir evi ve kültürü var gibi geliyor bize. Elda ve Felix dışında ailenin araba tamircisi (tamirhane de evin diğer ucunda) oğlu ve gelini iki yaşındaki bebekleriyle evin bir odasında yaşıyor. Öte yandan oğlunun ilk eşinden olan on yaşında bir erkek çocuğu da burada yaşıyor ve cici annesiyle araları oldukça iyi. Evin gelini gündüz çalışıp akşamları çocuklarla oyunlar oynuyor. Biz bahçede yemeğimizi yerken, onlar da aynı vakitlerde mutfakta yiyorlar yemeklerini. Önce çocuklar, sonra erkekler ve en son da kadınlar sırasıyla.
Giyinip süslenip, montlarımıza da sıkıca sarınıp Plaza Mayor yolunu tutuyoruz. Kilise yanından geniş bir merdivenle yukarı doğru giden çıkmaz sokak geceleri açık hava barına dönüşüyor Casa de la Musica adıyla. Dileyen (tabii ki turistler) masalara, dileyen merdivenlere oturuyor. Canlı müzik yapan kalabalık orkestranın müziği şehrin sokaklarında yankılanıyor. Biri turist biri Küba’lı eşler pistte salsaya başladı bile. Trinidad’ın da salsa ve gece hayatı meşhur. Tüm gençler burada, adım atmaya yer yok. Bar önünde epey bir sıra bekledikten sonra birer sek rom alıp plastik bardaklarda, Pinar del Rio’dan satın aldığımız puroyu yakıyoruz denemek için. Ben sevmiyorum pek; ama Baran az da olsa havaya giriyor bir Baba 3 misali tüttürüyor dumanı. Üşüyünce biz de kendimizi piste atıyoruz; kime ne onlar kadar güzel salsa yapamıyorsak? En azından çabalıyoruz. Daha sonra ilerdeki merdivenlerde oturan yolda beraber geldiğimiz Arjantin’li çifti görüp yanlarına gidiyoruz. O sırada sahnede çoğu zencilerden oluşan dansçılar var. Kölelikten bugüne gelişlerini anlatan uzun ve güzel bir gösteri sergiliyorlar. Burada da birkaç şarkı arası para toplama veya cd satma olayı var; ama hakediyorlar. Bu tür gösterilere bilet almak için Avrupa’da bir dünya para ödeniyor.
* Küba’nın işgalleri: Christopher Columbus tarafından 1492’de keşfedildiğinde İspanyollar sahip çıkıyor adaya ta ki 1762’de Havana İngilizler’in hakimiyetine geçene dek. 1900’lere dek Amerika ve İspanya Küba için sürekli savaşıyor. Yerli halk İspanyollar’ı sevmese de şeker ve tütün yetiştirmeyi onlardan öğreniyor. Hatta Afrika’dan köleler getiriliyor yeterli iş gücü sağlansın diye. Havana’nın işgali sırasında İngilizler de yanlarında kölelerini getiriyor dışarıdan. 1791’de Haiti de köle sayısı soylu sayısını geçip de devrim olduğunda Haiti’den kaçan Fransızlar soluğu Küba’da alıyorlar ve onlara Avrupa’da Türkler’den öğrendikleri kahveyi ve nasıl yetiştirileceğini öğretiyorlar. Küba 1800’lerde şeker sayesinde altın devrini yaşıyor. Daha sonra ise köleleğin kaldırılması, Amerika ve bağımsızlık mücadeleleri ile bugünlere geliyor.
4 Ocak 2010 Pazartesi
Küba Günlüklerim - 5. Gün
4 Ocak 2010: Sabah erkenden Lumino bize sesleniyor, kapıdan işaret ediyorum üzerime kalın birşeyler alıp geleceğimi. Hava sabahları ve akşamları oldukça serin. Bu sabah bir taksiyle anlaşıp Pinar del Rio’ya tütün fabrikasına gideceğiz; o nedenle Lumino erkenden kahvaltıyı hazırlamış bile. Heriberto’nun eşi ilkokul öğretmeni. O okula, biz de taksi durağına evden birlikte çıkıyoruz.
Planımız bir saati tütünlerin nasıl sarıldığını öğrenerek geçirmek, birkaç saati de Pinar del Rio merkezini görerek geçirmek ve gün batmadan Vinales’e dönmek. Taksici bizi bekleyecek şekilde anlaşıyoruz. Buradaki esnaf gerçekten Havana’dakilerden çok farklı, bize güven veriyorlar. Havana’da sözleşip anlaştığın taksiler seni almak için gelmeyebiliyormuş. Yarım saat yolculuk sonrası Partagas tütün fabrikasının kapısına vardığımızda fabrikanın kapılı olduğunu tur otobüsleriyle gelen yüzlerce turistle birlikte öğreniyoruz. İşin garibi, bayram değil seyran değil ve kimse o gün kapalı olacağını bilmiyor oranın, tur rehberleri dahil. Hayal kırıklığı içerisindeyiz ve Küba’da bazı şeylerin keyfi kararlara bağlı olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Havana’daki fabrikayı görürüz dönüşte diye teselli ediyoruz birbirimizi. Taksicimiz bize çok yakında bu bölgeye özgü bir rum(rom)* fabrikası olduğunu söyleyip bizi oraya götürmeyi teklif ediyor. Tanıdıkları sayesinde turist kafilesine katılmamıza gerek kalmadan özel tanıtım yaptırtıyor bizim için. Rom içkisinin nasıl yapıldığını öğrendikten sonra tatmak ve satın almak için yapılmış bölüme geçiyoruz. Bu bölüm turistlere hizmet verdiği halde içerideki atmosfer tam bir köy bakkalını andırıyor. Farklı çeşitlerini tadıp; Pinar del Rio yöresine ait bir şişe rom ve akşam denemek için de birkaç çeşit puro satın alıyoruz. Pek hoşumuza gitmeyen Pinar del Rio’da toplam bir saat bile geçirmeden tekrar Vinales’e dönüyoruz. Yolda taksiciye bizi tanıdığı bir tütün çiftliğine götürüp götüremeyeceğini soruyoruz. Olmaz mı? Hemen kendimizi mogoteler arasında bir bahçede tütün bitkileri arasında buluyoruz.
Hasır şapkası, yanık teni ve güneşten kısılmış gözleriyle bahçe arasından 50 yaş üzerinde görünen; ama ancak 40’larında biri geliyor ve elimizi sıkıp tanıştıktan sonra garip sesler çıkarıp kümes hayvanlarını çağırıyor yanına. Onları yemleyip bir süre sevdikten sonra bizi palmiye ağaçlarından örülmüş ve içerisinde tütün yaprakları kurutulan yüksek çatılı tütün evine doğru götürüyor. Gün ışığından birden karanlığa geçince gözlerimiz kararıyor ve tütün bitkilerinin nemli kokusu ciğerlerimizi dolduruyor. Sigara sevmememize rağmen bu koku bizi rahatsız etmiyor. Yeni asılmış ıslak, yarı kurumuş ve tam kurumuş yapraklar büyük bir özenle dizilmiş. Bize yaprakları tek tek elletip kokmamızı istedikten sonra palmiye yaprağına sarılı kuruma işlemini tamamlamış yapraklardan çıkarıyor birkaç tane. Eliyle olabildiğince düzleştiriyor ve içerisine tütün yerleştirip asma yaprağı sarar gibi iki yaprağı beraber kullanarak bir puro sarıyor. Sonra da bir ucunu keserek yakıp içiyor karşımızda. Şapkasını çıkarıp ne kadar sağlıklı olduğundan bahsediyor saçlarını göstererek; çünkü puro içmenin bir kuralı ciğerlerine çekmemek sigaranın aksine diye anlatıyor. Bir şiir okuyup bize de birer tane sarıyor hediye amaçlı. Olay sonuna doğru bir şova dönüşse de biz tütün hakkında çok şey öğreniyoruz orada.
Öğleden sonra için, ana caddeden beyzbol sahası’na** doğru ayrılan yoldan devam eden bir yürüyüş parkuru oluşmuş ya da oluşturulmuş mogotelere doğru giden. Bölge insanlarının iki gündür verdiği güven ve azıcık ilerlettiğimiz İspanyolca’mızla kendimizi bahçeler arasında, kah çamurlu kah at pislikli ama her daim kıpkırmızı topraklarda yürür buluyoruz. Ortalıkta kimseler yok bizden başka, zaman zaman at üzerinde turistler ve köylüler geçiyor; selamlaşıyoruz. Öyle huzurlu bir yer ki, keşke yarın gitmek zorunda olmasak diye geçiyor içimizden. Hava güneş tepede olduğu sürece sıcak. Bugüne dek görmediğim yakıcı Ocak güneşi mutluluk veriyor bana. Huzur içinde kuş sesleriyle birlikte yürüyor, Küba hakkında muhabbet ediyor, Londra’dan getirdiğimiz abur cuburları atıştırıyor ve arada bir durup fotoğraf çekiyoruz.
Bir saatten fazla yürüdükten sonra ileriden kadın ve erkek sesleri geldiğini farkettik birden. Yaklaştıkça, bağrışarak bize doğru gelen bir çift turist olduklarını görüyoruz. Bize sesleniyorlar uzaktan geldiğimiz yönü göstererek; anlamıyoruz. Ellerindeki haritalara bakıp tartışıyorlar. İyice yaklaşınca konuşmalarından İtalyan bir çift olduklarını ve haritalarında işaretli bir mağaraya gitmek istediklerini anlıyoruz. Önce bildiğimiz birkaç İspanyolca kelime ile iletişim kuruyoruz; ama aldığımız İtalyanca cevaplar karşısında Baran’ın yedi sene önce bir İtalya gezisi nedeniyle öğrendiği İtalyanca’sı işe yarıyor ve ne demek istediklerini tahmin ediyoruz. Bizi önce İspanyol zannediyorlar, ama Türk olduğumuzu söyleyince İtalyanca’yı nasıl öğrendiğimizi sorguluyorlar o arada. Otuzlarında, hayli neşeli bir çift. Bize, onların peşine takılmamızı teklif ediyorlar gidecekleri mağarayı överek. Böylece Silvia ve Maurizio ile tanışıyor ve onların peşine düşmeye karar veriyoruz; ama ortam o kadar garip ki bizim İspanyolca bildiğimiz kadar Silvia İngilizce biliyor ve Baran’ın İtalyanca bilgisi başlangıç seviyesinde. Ben İtalyanca bilmiyorum, Maurizio da İngilizce bilmiyor. Sessiz kırmızı topraklı patika bir anda dört farklı dilin konuşulduğu kahkaha dolu bir ortama dönüşüyor. Maurizio çok komik, meraklı ve bilgili bir adam. Her gördüğü otu, böceği, yaprağı elleyerek “Silvia mio love, ...” diye birşeyler anlatıyor eşine. Arada bir bize de dönüp ne olduğunu söylüyor İtalyanca; anlamadığımızı farkeden Silvia araya girip çatpat İngilizcesiyle bize açıklamaya çalışıyor. Bazen de Baran İtalyancayı anlayıp bana Türkçe çevirisini yapıyor. Bu şekilde arada kaybolup arada geçenlere yol sorup ilerlemeye devam ediyoruz Vinales vadisinde ta ki uzakta bir tütün evi görene dek. Maurizio hemen tütün evi içine kafasını sokuyor, içeriden davet alınca da bize dönüp eliyle gel gel işareti yapıyor. Dışardan bir tütün evi gibi de olsa içeride çeşitli meyveler, purolar ve çuvallar dolusu pirinç var. Evin sahibi ve eşi hindistan cevizinin tepesini kesip bize ikram ediyor içmemiz için. Bir çift de İngiliz var kendi özel rehberleriyle içeride oturan, onlar da mola vermişler burada, tanışıyoruz herkesle. Şeker kamışı suyu bile içiyoruz, kendi kurdukları şeker kamışı suyu sıkma aletiyle. Biraz dinlenip muhabbet ettikten sonra, tabii herkes anadilinde konuşuyor, yola devam ediyoruz yine bahçeler arasında.
Mısır tarlalarının yanındaki bir kulübede birkaç kişi görüyoruz taraçada oturan. Maurizio onlara da mağaranın yerini soruyor ve mağara görevlisini buluyor sonunda. Öyle gizli saklı bir yerde ki, kendimiz bulamazdık, tıpkı Los Aquaticos’ı kendi başımıza bulamayacağımız gibi. Gaz lambaları yakılıyor, çantalardaki fenerler çıkarılıyor. Önde Küba’lı görevli, arkasında İtalyan çift ve en arkada da biz başlıyoruz kaygan ve ıslak kayalar üzerinde karanlığa doğru ilerlemeye. Maurizio, görevliden daha çok konuşuyor mağaranın oluşumu, sarkıtlar ve dikitler hakkında. Her dediğini bir anlayabilsek! Epey büyük bir mağara Cueva del Silencio; en dibe kadar gidip dönüyoruz hepbirlikte. Çıktığımızda görevliye bahşiş bırakıyoruz; ama Maurizio gene adamı sorguya çekmeyi sürdürüyor ağaç, kuş, böcek hakkında. Sonunda mağarayı birlikte bulup keşfetmenin hazzıyla İtalyan çiftle yollarımızı ayırıyoruz memnun olduk diyerek. Onlar bizim bir önceki gün yaptığımız geziyi yapacaklar Cuevo del Indio yönüne, biz ise son Vinales saatlerini yine mogoteler arasında geçirmek istiyoruz.
Şarkılar söyleyerek, arada durup fotoğraf çekerek ya da çantadaki abur-cuburla piknik yaparak tüm yolu geri yürüyoruz Vinales’e doğru. Beyzbol sahasından geçerken gözümüz sahanın doluluğuna takılıyor, farklı yaş gruplarındaki çocukların oyunlarını izliyoruz bir süre. Sonra odaya dönüp ertesi sabah için hazırlanmayı aklımızdan geçiriyoruz; ama eve vardığımızda Lumino’nun mojito teklifine hayır diyemiyoruz. Bana özenle mojito yapmasını öğretiyor, derdi evimize döndüğümüzde Baran’a aynısını hazırlamam. Baran’ı benden daha çok seviyor gibime geliyor. Taze nanesi bahçeden ve romu da peso marketten mojitoyu hazırlıyorum; hoşuna gidiyor Lumino’nun. Ufak bir şişe rom hediye ediyor bize. Baran da benim için hazırlamak istiyor bir tane; ona çok gülüyor. Küba’da da kadın erkeğe hizmet eder anlayışı yaygın. Karşılıklı mojitomuzu yudumlarken Heriberto da sek romuyla muhabbete dahil oluyor ve başlıyoruz sakallıları*** çekiştirmeye. Halkın inek eti yemesinin yasak olduğu Küba’da yasadışı yolla inek kesen birine 25 yıl hapis cezası veriliyor ya da süt çok pahalı olduğundan çocuklara belli bir yaşa kadar bedava dağıtılıyor diye anlatıyor Heriberto.
Bu akşam Küba’nın geleneksel yemeklerinden kızarmış tavuk var ana yemek olarak yanında yine bir sürü çeşitle. Lumino defterini getiriyor bize yazmamız için, Türkiye ve Küba’nın da yerini gösteren bir dünya haritası çiziyoruz ona, bir de yaptığı yemekleri. Eminim bizi de anlatacak arkamızdan başkalarına. Hesabı kapattıktan sonra getirdiğimiz ilaç, kalem, sabun vs türü şeyleri bırakıyoruz. Öyle mutlu oluyor ki Lumino, keşke daha çok getirseymişiz diye üzülüyorum. Sabaha görüşmek üzere diyerek Lumino bizi meydandaki Casa de la Musica’ya yolluyor salsa yapmamız için.
Girişte turistlerin 2 CUC, Kübalılar’ın ise 2 peso ödediği salsa gece klübünde sahnede yine canlı müzik ve çılgınca dans eden insanlar var. Yaptıkları figürler öyle karışık ki gözümüzü ayırmadan izliyoruz. Genelde bir Kübalı bir turistle eş olup dansediyor gece boyunca. Okuduklarıma ve duyduklarıma göre bir içki ya da klübe giriş için Kübalı bay veya bayan, turist kişiye dans öğretiyor gece boyunca. Tüm masalar doluydu ve hatta Çinli Yuna’yla merhabalaştık, kaldığı casa’nın sahipleriyle oturuyordu bir masada. Vinales’te sevdiğim şey buydu. Havana’da turistlerin olduğu hiç bir yere Kübalılar giremiyordu pahalılıktan veya yasak olduğundan. Burada ise aynı masayı paylaşabiliyorduk bir eğlence akşamında. Geceyi tamamlamadan önce biz de kendi çapımızda dans etmeye başladık bir köşede; ne de olsa seneler önce birkaç aylığına salsa dansı öğrenme maceramız olmuştu.
* Rum (Türkçe karşılığı rom): Pekmez türevleri ile şeker kamışının mayalanması ve damıtılması sonucu üretilir. Damıtma sonucu ortaya çıkan saf beyaz sıvı meşe ağacından varillerde bekletilir. Başlıca üretim yeri Karayipler ve Güney Amerika. Havana Club da Küba’nın en meşhur ve en iyi romu. 3 yıl beklemişleri genelde Cuba Libre, Pina Colada, Mojito türü kokteyl yapımında kullanılırken 12 yıllık, 7 yıllık ve hatta 25 yıllık Matusalem sek içmek için en iyisi.
** Beyzbol ve Küba: 1860’larda Amerika’ya eğitim amacıyla gidip dönenler tarafından yayılan bu oyun Küba’nın resmi sporu. 1959 Devrimi’nde tüm diğer sporlarla birlikte bir süreliğine yasaklanmış olsa da, günümüzde hemen hemen her köyde bir amatör takım bulunmakta, her köşe başında beyzbol muhabbeti dönmekte.
*** Sakallılar: Heriberto eliyle sakal işareti yapıyordu ne zaman Fidel ve adamlarından bahsetse. Onlar hakkında konuşmak yasak olmasa da her köşe başında Fidel’in adamları bulunmakta ve haklarında konuştukları duyulursa konuşan ciddi bir şekilde cezalandırılmakta imiş.
Planımız bir saati tütünlerin nasıl sarıldığını öğrenerek geçirmek, birkaç saati de Pinar del Rio merkezini görerek geçirmek ve gün batmadan Vinales’e dönmek. Taksici bizi bekleyecek şekilde anlaşıyoruz. Buradaki esnaf gerçekten Havana’dakilerden çok farklı, bize güven veriyorlar. Havana’da sözleşip anlaştığın taksiler seni almak için gelmeyebiliyormuş. Yarım saat yolculuk sonrası Partagas tütün fabrikasının kapısına vardığımızda fabrikanın kapılı olduğunu tur otobüsleriyle gelen yüzlerce turistle birlikte öğreniyoruz. İşin garibi, bayram değil seyran değil ve kimse o gün kapalı olacağını bilmiyor oranın, tur rehberleri dahil. Hayal kırıklığı içerisindeyiz ve Küba’da bazı şeylerin keyfi kararlara bağlı olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Havana’daki fabrikayı görürüz dönüşte diye teselli ediyoruz birbirimizi. Taksicimiz bize çok yakında bu bölgeye özgü bir rum(rom)* fabrikası olduğunu söyleyip bizi oraya götürmeyi teklif ediyor. Tanıdıkları sayesinde turist kafilesine katılmamıza gerek kalmadan özel tanıtım yaptırtıyor bizim için. Rom içkisinin nasıl yapıldığını öğrendikten sonra tatmak ve satın almak için yapılmış bölüme geçiyoruz. Bu bölüm turistlere hizmet verdiği halde içerideki atmosfer tam bir köy bakkalını andırıyor. Farklı çeşitlerini tadıp; Pinar del Rio yöresine ait bir şişe rom ve akşam denemek için de birkaç çeşit puro satın alıyoruz. Pek hoşumuza gitmeyen Pinar del Rio’da toplam bir saat bile geçirmeden tekrar Vinales’e dönüyoruz. Yolda taksiciye bizi tanıdığı bir tütün çiftliğine götürüp götüremeyeceğini soruyoruz. Olmaz mı? Hemen kendimizi mogoteler arasında bir bahçede tütün bitkileri arasında buluyoruz.
Hasır şapkası, yanık teni ve güneşten kısılmış gözleriyle bahçe arasından 50 yaş üzerinde görünen; ama ancak 40’larında biri geliyor ve elimizi sıkıp tanıştıktan sonra garip sesler çıkarıp kümes hayvanlarını çağırıyor yanına. Onları yemleyip bir süre sevdikten sonra bizi palmiye ağaçlarından örülmüş ve içerisinde tütün yaprakları kurutulan yüksek çatılı tütün evine doğru götürüyor. Gün ışığından birden karanlığa geçince gözlerimiz kararıyor ve tütün bitkilerinin nemli kokusu ciğerlerimizi dolduruyor. Sigara sevmememize rağmen bu koku bizi rahatsız etmiyor. Yeni asılmış ıslak, yarı kurumuş ve tam kurumuş yapraklar büyük bir özenle dizilmiş. Bize yaprakları tek tek elletip kokmamızı istedikten sonra palmiye yaprağına sarılı kuruma işlemini tamamlamış yapraklardan çıkarıyor birkaç tane. Eliyle olabildiğince düzleştiriyor ve içerisine tütün yerleştirip asma yaprağı sarar gibi iki yaprağı beraber kullanarak bir puro sarıyor. Sonra da bir ucunu keserek yakıp içiyor karşımızda. Şapkasını çıkarıp ne kadar sağlıklı olduğundan bahsediyor saçlarını göstererek; çünkü puro içmenin bir kuralı ciğerlerine çekmemek sigaranın aksine diye anlatıyor. Bir şiir okuyup bize de birer tane sarıyor hediye amaçlı. Olay sonuna doğru bir şova dönüşse de biz tütün hakkında çok şey öğreniyoruz orada.
Öğleden sonra için, ana caddeden beyzbol sahası’na** doğru ayrılan yoldan devam eden bir yürüyüş parkuru oluşmuş ya da oluşturulmuş mogotelere doğru giden. Bölge insanlarının iki gündür verdiği güven ve azıcık ilerlettiğimiz İspanyolca’mızla kendimizi bahçeler arasında, kah çamurlu kah at pislikli ama her daim kıpkırmızı topraklarda yürür buluyoruz. Ortalıkta kimseler yok bizden başka, zaman zaman at üzerinde turistler ve köylüler geçiyor; selamlaşıyoruz. Öyle huzurlu bir yer ki, keşke yarın gitmek zorunda olmasak diye geçiyor içimizden. Hava güneş tepede olduğu sürece sıcak. Bugüne dek görmediğim yakıcı Ocak güneşi mutluluk veriyor bana. Huzur içinde kuş sesleriyle birlikte yürüyor, Küba hakkında muhabbet ediyor, Londra’dan getirdiğimiz abur cuburları atıştırıyor ve arada bir durup fotoğraf çekiyoruz.
Bir saatten fazla yürüdükten sonra ileriden kadın ve erkek sesleri geldiğini farkettik birden. Yaklaştıkça, bağrışarak bize doğru gelen bir çift turist olduklarını görüyoruz. Bize sesleniyorlar uzaktan geldiğimiz yönü göstererek; anlamıyoruz. Ellerindeki haritalara bakıp tartışıyorlar. İyice yaklaşınca konuşmalarından İtalyan bir çift olduklarını ve haritalarında işaretli bir mağaraya gitmek istediklerini anlıyoruz. Önce bildiğimiz birkaç İspanyolca kelime ile iletişim kuruyoruz; ama aldığımız İtalyanca cevaplar karşısında Baran’ın yedi sene önce bir İtalya gezisi nedeniyle öğrendiği İtalyanca’sı işe yarıyor ve ne demek istediklerini tahmin ediyoruz. Bizi önce İspanyol zannediyorlar, ama Türk olduğumuzu söyleyince İtalyanca’yı nasıl öğrendiğimizi sorguluyorlar o arada. Otuzlarında, hayli neşeli bir çift. Bize, onların peşine takılmamızı teklif ediyorlar gidecekleri mağarayı överek. Böylece Silvia ve Maurizio ile tanışıyor ve onların peşine düşmeye karar veriyoruz; ama ortam o kadar garip ki bizim İspanyolca bildiğimiz kadar Silvia İngilizce biliyor ve Baran’ın İtalyanca bilgisi başlangıç seviyesinde. Ben İtalyanca bilmiyorum, Maurizio da İngilizce bilmiyor. Sessiz kırmızı topraklı patika bir anda dört farklı dilin konuşulduğu kahkaha dolu bir ortama dönüşüyor. Maurizio çok komik, meraklı ve bilgili bir adam. Her gördüğü otu, böceği, yaprağı elleyerek “Silvia mio love, ...” diye birşeyler anlatıyor eşine. Arada bir bize de dönüp ne olduğunu söylüyor İtalyanca; anlamadığımızı farkeden Silvia araya girip çatpat İngilizcesiyle bize açıklamaya çalışıyor. Bazen de Baran İtalyancayı anlayıp bana Türkçe çevirisini yapıyor. Bu şekilde arada kaybolup arada geçenlere yol sorup ilerlemeye devam ediyoruz Vinales vadisinde ta ki uzakta bir tütün evi görene dek. Maurizio hemen tütün evi içine kafasını sokuyor, içeriden davet alınca da bize dönüp eliyle gel gel işareti yapıyor. Dışardan bir tütün evi gibi de olsa içeride çeşitli meyveler, purolar ve çuvallar dolusu pirinç var. Evin sahibi ve eşi hindistan cevizinin tepesini kesip bize ikram ediyor içmemiz için. Bir çift de İngiliz var kendi özel rehberleriyle içeride oturan, onlar da mola vermişler burada, tanışıyoruz herkesle. Şeker kamışı suyu bile içiyoruz, kendi kurdukları şeker kamışı suyu sıkma aletiyle. Biraz dinlenip muhabbet ettikten sonra, tabii herkes anadilinde konuşuyor, yola devam ediyoruz yine bahçeler arasında.
Mısır tarlalarının yanındaki bir kulübede birkaç kişi görüyoruz taraçada oturan. Maurizio onlara da mağaranın yerini soruyor ve mağara görevlisini buluyor sonunda. Öyle gizli saklı bir yerde ki, kendimiz bulamazdık, tıpkı Los Aquaticos’ı kendi başımıza bulamayacağımız gibi. Gaz lambaları yakılıyor, çantalardaki fenerler çıkarılıyor. Önde Küba’lı görevli, arkasında İtalyan çift ve en arkada da biz başlıyoruz kaygan ve ıslak kayalar üzerinde karanlığa doğru ilerlemeye. Maurizio, görevliden daha çok konuşuyor mağaranın oluşumu, sarkıtlar ve dikitler hakkında. Her dediğini bir anlayabilsek! Epey büyük bir mağara Cueva del Silencio; en dibe kadar gidip dönüyoruz hepbirlikte. Çıktığımızda görevliye bahşiş bırakıyoruz; ama Maurizio gene adamı sorguya çekmeyi sürdürüyor ağaç, kuş, böcek hakkında. Sonunda mağarayı birlikte bulup keşfetmenin hazzıyla İtalyan çiftle yollarımızı ayırıyoruz memnun olduk diyerek. Onlar bizim bir önceki gün yaptığımız geziyi yapacaklar Cuevo del Indio yönüne, biz ise son Vinales saatlerini yine mogoteler arasında geçirmek istiyoruz.
Şarkılar söyleyerek, arada durup fotoğraf çekerek ya da çantadaki abur-cuburla piknik yaparak tüm yolu geri yürüyoruz Vinales’e doğru. Beyzbol sahasından geçerken gözümüz sahanın doluluğuna takılıyor, farklı yaş gruplarındaki çocukların oyunlarını izliyoruz bir süre. Sonra odaya dönüp ertesi sabah için hazırlanmayı aklımızdan geçiriyoruz; ama eve vardığımızda Lumino’nun mojito teklifine hayır diyemiyoruz. Bana özenle mojito yapmasını öğretiyor, derdi evimize döndüğümüzde Baran’a aynısını hazırlamam. Baran’ı benden daha çok seviyor gibime geliyor. Taze nanesi bahçeden ve romu da peso marketten mojitoyu hazırlıyorum; hoşuna gidiyor Lumino’nun. Ufak bir şişe rom hediye ediyor bize. Baran da benim için hazırlamak istiyor bir tane; ona çok gülüyor. Küba’da da kadın erkeğe hizmet eder anlayışı yaygın. Karşılıklı mojitomuzu yudumlarken Heriberto da sek romuyla muhabbete dahil oluyor ve başlıyoruz sakallıları*** çekiştirmeye. Halkın inek eti yemesinin yasak olduğu Küba’da yasadışı yolla inek kesen birine 25 yıl hapis cezası veriliyor ya da süt çok pahalı olduğundan çocuklara belli bir yaşa kadar bedava dağıtılıyor diye anlatıyor Heriberto.
Bu akşam Küba’nın geleneksel yemeklerinden kızarmış tavuk var ana yemek olarak yanında yine bir sürü çeşitle. Lumino defterini getiriyor bize yazmamız için, Türkiye ve Küba’nın da yerini gösteren bir dünya haritası çiziyoruz ona, bir de yaptığı yemekleri. Eminim bizi de anlatacak arkamızdan başkalarına. Hesabı kapattıktan sonra getirdiğimiz ilaç, kalem, sabun vs türü şeyleri bırakıyoruz. Öyle mutlu oluyor ki Lumino, keşke daha çok getirseymişiz diye üzülüyorum. Sabaha görüşmek üzere diyerek Lumino bizi meydandaki Casa de la Musica’ya yolluyor salsa yapmamız için.
Girişte turistlerin 2 CUC, Kübalılar’ın ise 2 peso ödediği salsa gece klübünde sahnede yine canlı müzik ve çılgınca dans eden insanlar var. Yaptıkları figürler öyle karışık ki gözümüzü ayırmadan izliyoruz. Genelde bir Kübalı bir turistle eş olup dansediyor gece boyunca. Okuduklarıma ve duyduklarıma göre bir içki ya da klübe giriş için Kübalı bay veya bayan, turist kişiye dans öğretiyor gece boyunca. Tüm masalar doluydu ve hatta Çinli Yuna’yla merhabalaştık, kaldığı casa’nın sahipleriyle oturuyordu bir masada. Vinales’te sevdiğim şey buydu. Havana’da turistlerin olduğu hiç bir yere Kübalılar giremiyordu pahalılıktan veya yasak olduğundan. Burada ise aynı masayı paylaşabiliyorduk bir eğlence akşamında. Geceyi tamamlamadan önce biz de kendi çapımızda dans etmeye başladık bir köşede; ne de olsa seneler önce birkaç aylığına salsa dansı öğrenme maceramız olmuştu.
* Rum (Türkçe karşılığı rom): Pekmez türevleri ile şeker kamışının mayalanması ve damıtılması sonucu üretilir. Damıtma sonucu ortaya çıkan saf beyaz sıvı meşe ağacından varillerde bekletilir. Başlıca üretim yeri Karayipler ve Güney Amerika. Havana Club da Küba’nın en meşhur ve en iyi romu. 3 yıl beklemişleri genelde Cuba Libre, Pina Colada, Mojito türü kokteyl yapımında kullanılırken 12 yıllık, 7 yıllık ve hatta 25 yıllık Matusalem sek içmek için en iyisi.
** Beyzbol ve Küba: 1860’larda Amerika’ya eğitim amacıyla gidip dönenler tarafından yayılan bu oyun Küba’nın resmi sporu. 1959 Devrimi’nde tüm diğer sporlarla birlikte bir süreliğine yasaklanmış olsa da, günümüzde hemen hemen her köyde bir amatör takım bulunmakta, her köşe başında beyzbol muhabbeti dönmekte.
*** Sakallılar: Heriberto eliyle sakal işareti yapıyordu ne zaman Fidel ve adamlarından bahsetse. Onlar hakkında konuşmak yasak olmasa da her köşe başında Fidel’in adamları bulunmakta ve haklarında konuştukları duyulursa konuşan ciddi bir şekilde cezalandırılmakta imiş.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)