Mayıs ayında İngiliz ehliyetini almaya hak kazandım. Zor olmadı; ama çok ders aldım diyebilirim. Zaten 15 hata yapma hakkım vardı, sadece 4 hatayla bitirdim günü.
İngiliz ehliyeti, bana Avrupa Birliği Ülkeleri'nde de araba kullanma imkanı sunuyor. En çok bu açıdan sevindim; çünkü geçen ay İsviçre'ye taşındık. İsviçre'de de Türk ehliyetini sadece bir sene kullanabiliyorsun. Daha sonra pratik sınava girmen gerekiyor. Pratik sınavdan kalırsan önce teorik, sonra pratik sınav süreci var. İşin asıl zor olanı, teorik sınavı İsviçre'de konuşulan yabancı dillerden birinde almak gerekiyor; Almanca, Fransızca veya İtalyanca. Bu dillerde değil konuşmak, 2-3 kelime bile zar zor biliyorum. İngiliz ehliyetimi almasam benim için İsviçre'de araba kullanmak ancak bir sene sürecekti.
Neyse ki yıllarımı alsa da, sürekli ertelememden ötürü, İngiliz ehliyetimi aldım. Sırada İsviçre'de araba almak var...
13 Eylül 2014 Cumartesi
8 Ağustos 2014 Cuma
Yaşadığım Ülkelerde Sağlık Düzeni Nasıl?
Türkiye’deki yıllarımda üniversite, gençlik derken hiç doktora doğru düzgün gittiğimi hatırlamıyorum. Yılda 1 kez dişçiye giderdim, onu da kendi cebimden öderdim. Özel sigortam yoktu, devlet hastanelerinde dişçiye gitmek ise hiç önerilmezdi. Birkaç kez Kızılay Hastanesi’ne cildiyeye gittim; onu da nakit ödedim.
Çocukluğumu hatırlamıyorum bile; sadece bademcik ameliyatı için gittiğimiz özel bir doktor vardı İzmir’de. Onun dışında ailemin götürdüğü dişçiler de hep özeldi.
Londra’ya gittiğimde ilk şaşırdığım şey sağlık sistemiydi. GP denilen bir sağlık ocağına kayıt yaptırıyordun ve oradaki doktorlardan istediğine gidip görünebiliyordun. Tek sorun randevu almaktı. Son birkaç senedir onu da internet üzerinden yapabiliyorduk; ki kendime göre rahatça ayarlayabiliyordum. Eşimden dolayı özel sigortamız vardı; ama özel hastaneler gerçekten özel ihtiyaçlar içindi. Örneğin 3-5 ay değişik tedavilere cevap vermeyen bir cilt lekesi ya da bel ağrısı için fizyoterapi gibi. Diş için de eşimin şirketinden özel sigortamız vardı; o nedenle dişçiye ücret ödesek de sigorta bize geri ödüyordu. O nedenle İngiltere dişçiye 6 ayda bir düzenli gitmeye başladığım bir ülke de oldu aynı zamanda. İhtiyaç duymasam da, eve mektup gönderip kontrol zamanı diye haber veriyorlardı.
Hamile kaldığımdaysa İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) bambaşka bir yüzünü gördüm. Hamileye her ay ultrason yoktu; ama her türlü tedavi, bakım, ilaç, doğum, emzirme eğitimi ve hatta dişçi ücretsiz. Hem de bebek 1. yaşını doldurana dek. Yani hamilelik yüzünden uygulanamayan tedaviler doğum sonrasında yapılabilsin diye. Down Sendromu testleri deseniz gene ücretsiz, tek sorun az ultrason - düşük riskte hamileyseniz sadece 2 - olmasıydı. Fakat onu da özel bir kliniğe gidip bakmıştık oğluma hamileyken. Ne de olsa ilk bebek, insan daha çok merak ediyor… Doğum için sevk edildiğim hastane odalarında suda doğum isteyene jakuzi bile bulunan sıradan bir devlet hastanesiydi. 42. hafta sonunda - evet, 42 hafta normal doğum olsun diye bekledikten sonra- epidural sezaryen oldum. Beş kuruş harcamadan hastanede 3 gece geçirdik ve şansımıza eşimle birlikte özel bir odada kaldık.
İkinci hamileleğimdeyse gördüğüm ilgi ilkinden farksızdı. Hatta yaşımdan ötürü (35 yaş üzeri) ‘high risk’ kategorisinde olduğumdan daha fazla kontrole maruz kaldım ta ki 25. haftaya dek…
Sonra İsviçre’ye taşındık! Burada herşey daha bir farklı. Özel sigortan olmak zorunda. Özel sigortanın karşıladığı bir jinekoloğun olmak zorunda. O jinekolog seni, senin sigortana göre seçtiğin hastaneye sevk etmek durumunda. Benim durumumda, halihazırda hamile olduğumdan ancak en basit sağlık sigortasını alabiliyorum. Her jinekolog beni kabul etmeyebiliyor. Spa gibi olan özel hastanelerde doğum yapamıyorum, devlet hastanesine gitmek zorundayım. Gerçi duyduğuma göre, devlet hastaneleri bile İngiltere’dekilerden çok daha iyiymiş. Normal doğum sonrası bile birkaç gece hastanede kalmak gerekiyor, oysa İngiltere’de herşey yolundaysa 6 saat içinde bebekle anneyi tahliye ediyorlardı. Kısacası burada birçok kademe ve bilinmez var önümde. Üstelik diş için özel sigorta bile yok. Hatta bir dolgu fiyatı sordum; 300-500 Frank arasında dediler…
Sanırım İngiliz sağlık sistemini arayacağım burada. Biliyorum ki İngiltere’de birçok insan ondan şikayetçiydi. Belki de ben şanslıydım. Umuyorum iki numara ile de şansımız yaver gider ve herşey yolunda, hatta umduğumdan daha iyi geçer.
Çocukluğumu hatırlamıyorum bile; sadece bademcik ameliyatı için gittiğimiz özel bir doktor vardı İzmir’de. Onun dışında ailemin götürdüğü dişçiler de hep özeldi.
Londra’ya gittiğimde ilk şaşırdığım şey sağlık sistemiydi. GP denilen bir sağlık ocağına kayıt yaptırıyordun ve oradaki doktorlardan istediğine gidip görünebiliyordun. Tek sorun randevu almaktı. Son birkaç senedir onu da internet üzerinden yapabiliyorduk; ki kendime göre rahatça ayarlayabiliyordum. Eşimden dolayı özel sigortamız vardı; ama özel hastaneler gerçekten özel ihtiyaçlar içindi. Örneğin 3-5 ay değişik tedavilere cevap vermeyen bir cilt lekesi ya da bel ağrısı için fizyoterapi gibi. Diş için de eşimin şirketinden özel sigortamız vardı; o nedenle dişçiye ücret ödesek de sigorta bize geri ödüyordu. O nedenle İngiltere dişçiye 6 ayda bir düzenli gitmeye başladığım bir ülke de oldu aynı zamanda. İhtiyaç duymasam da, eve mektup gönderip kontrol zamanı diye haber veriyorlardı.
Hamile kaldığımdaysa İngiliz Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) bambaşka bir yüzünü gördüm. Hamileye her ay ultrason yoktu; ama her türlü tedavi, bakım, ilaç, doğum, emzirme eğitimi ve hatta dişçi ücretsiz. Hem de bebek 1. yaşını doldurana dek. Yani hamilelik yüzünden uygulanamayan tedaviler doğum sonrasında yapılabilsin diye. Down Sendromu testleri deseniz gene ücretsiz, tek sorun az ultrason - düşük riskte hamileyseniz sadece 2 - olmasıydı. Fakat onu da özel bir kliniğe gidip bakmıştık oğluma hamileyken. Ne de olsa ilk bebek, insan daha çok merak ediyor… Doğum için sevk edildiğim hastane odalarında suda doğum isteyene jakuzi bile bulunan sıradan bir devlet hastanesiydi. 42. hafta sonunda - evet, 42 hafta normal doğum olsun diye bekledikten sonra- epidural sezaryen oldum. Beş kuruş harcamadan hastanede 3 gece geçirdik ve şansımıza eşimle birlikte özel bir odada kaldık.
İkinci hamileleğimdeyse gördüğüm ilgi ilkinden farksızdı. Hatta yaşımdan ötürü (35 yaş üzeri) ‘high risk’ kategorisinde olduğumdan daha fazla kontrole maruz kaldım ta ki 25. haftaya dek…
Sonra İsviçre’ye taşındık! Burada herşey daha bir farklı. Özel sigortan olmak zorunda. Özel sigortanın karşıladığı bir jinekoloğun olmak zorunda. O jinekolog seni, senin sigortana göre seçtiğin hastaneye sevk etmek durumunda. Benim durumumda, halihazırda hamile olduğumdan ancak en basit sağlık sigortasını alabiliyorum. Her jinekolog beni kabul etmeyebiliyor. Spa gibi olan özel hastanelerde doğum yapamıyorum, devlet hastanesine gitmek zorundayım. Gerçi duyduğuma göre, devlet hastaneleri bile İngiltere’dekilerden çok daha iyiymiş. Normal doğum sonrası bile birkaç gece hastanede kalmak gerekiyor, oysa İngiltere’de herşey yolundaysa 6 saat içinde bebekle anneyi tahliye ediyorlardı. Kısacası burada birçok kademe ve bilinmez var önümde. Üstelik diş için özel sigorta bile yok. Hatta bir dolgu fiyatı sordum; 300-500 Frank arasında dediler…
Sanırım İngiliz sağlık sistemini arayacağım burada. Biliyorum ki İngiltere’de birçok insan ondan şikayetçiydi. Belki de ben şanslıydım. Umuyorum iki numara ile de şansımız yaver gider ve herşey yolunda, hatta umduğumdan daha iyi geçer.
10 Haziran 2014 Salı
Benim için...
Gelelim benim için neler yaptıklarıma...
Ben yazıyorum. Bu konuda eğitim almadım. Ortaokul ve lisede kazandığım kompozisyon yarışmaları var elimde sadece.
Kendi bloglarım için yazarken, şimdi başka bloglar, internet siteleri, dergiler için de yazılarım isteniyor. Alternatif Anne Top 10 yazar kadrosundayım. Sırtçantalılar portalında yazılarım var. Uykusuz Anneler için de yazdım. Bunlar kendi bloglarım hariç düzenli yazdığım yerler.
Arada bir başka bloglara misafir oluyorum. Bazen gazeteden bir yazı teklifi geliyor, bazen bir derginin bir köşesinde önerilerim oluyor.
Amacım yazar olmak mı bir gün? İsterim elbet... Kalıcı bir eser bırakmak için. Ne kadar eser olur bilmiyorum, ne kadar okunurum onu da bilmiyorum; ama şöyle kafamı toparlayıp yazmak da yazmak isterim ta ki bıkana dek.
Ben yazıyorum. Bu konuda eğitim almadım. Ortaokul ve lisede kazandığım kompozisyon yarışmaları var elimde sadece.
Kendi bloglarım için yazarken, şimdi başka bloglar, internet siteleri, dergiler için de yazılarım isteniyor. Alternatif Anne Top 10 yazar kadrosundayım. Sırtçantalılar portalında yazılarım var. Uykusuz Anneler için de yazdım. Bunlar kendi bloglarım hariç düzenli yazdığım yerler.
Arada bir başka bloglara misafir oluyorum. Bazen gazeteden bir yazı teklifi geliyor, bazen bir derginin bir köşesinde önerilerim oluyor.
Amacım yazar olmak mı bir gün? İsterim elbet... Kalıcı bir eser bırakmak için. Ne kadar eser olur bilmiyorum, ne kadar okunurum onu da bilmiyorum; ama şöyle kafamı toparlayıp yazmak da yazmak isterim ta ki bıkana dek.
6 Haziran 2014 Cuma
Benim Bloglarım!
Sözde bu blog sadece benimdi. Görüyorum ki, hiçbir şey yazmaya fırsatım olmuyor.
Gezgin Anne, oğlumdan geriye kalan çoğu özgür vaktimi elimden alıyor. Hamileliklerimi, oğlumun gelişimini yazdığım diğer blogu ise en az ayda bir güncellemeye çalışıyorum. Gezgin macerasını ilk yazdığım yazılarımın bulunduğu bloga ise epey oldu dokunmayalı. Sözde buna oğlumu yazmayacağım, benim için burası özgür alan kalsın diye başladı gezgin anne. Şimdi utanarak yazıyorum kendime hiç mi zaman harcamamışım?
Geçende okudum bir blog yazarı yazmış, hamile kaldığında demiş ki bir hocası, çocuk olduktan sonra karı koca olmak kolay unutulur. Biz kavramı geri plana atılır. Asıl önemlisi özellikle de ben kısmıdır geri plana atılan daima.
Öyle oluyormuş gerçekten, insan başına gelince anlıyor. En önemli merkezde olan ben, etrafımdaki herkesin hayatını döndüren ben unutuluyor. 34 yaşımda hayatıma giren küçük insan sayesinde son 3 senemin nasıl geçtiğini farketmedim bile.
Ben, şu an tekrar hamileyim örneğin. 17 haftalık iki numaralı bebeğim. İlki meydanda cirit attığı için o da kolay unutuluyor. Belki de düşünülecek öyle çok var ki insan durup kendini dinleyip kendini düşünemiyor. Hayat ise acımasızca geçip gidiyor...
Gezgin Anne, oğlumdan geriye kalan çoğu özgür vaktimi elimden alıyor. Hamileliklerimi, oğlumun gelişimini yazdığım diğer blogu ise en az ayda bir güncellemeye çalışıyorum. Gezgin macerasını ilk yazdığım yazılarımın bulunduğu bloga ise epey oldu dokunmayalı. Sözde buna oğlumu yazmayacağım, benim için burası özgür alan kalsın diye başladı gezgin anne. Şimdi utanarak yazıyorum kendime hiç mi zaman harcamamışım?
Geçende okudum bir blog yazarı yazmış, hamile kaldığında demiş ki bir hocası, çocuk olduktan sonra karı koca olmak kolay unutulur. Biz kavramı geri plana atılır. Asıl önemlisi özellikle de ben kısmıdır geri plana atılan daima.
Öyle oluyormuş gerçekten, insan başına gelince anlıyor. En önemli merkezde olan ben, etrafımdaki herkesin hayatını döndüren ben unutuluyor. 34 yaşımda hayatıma giren küçük insan sayesinde son 3 senemin nasıl geçtiğini farketmedim bile.
Ben, şu an tekrar hamileyim örneğin. 17 haftalık iki numaralı bebeğim. İlki meydanda cirit attığı için o da kolay unutuluyor. Belki de düşünülecek öyle çok var ki insan durup kendini dinleyip kendini düşünemiyor. Hayat ise acımasızca geçip gidiyor...
11 Mart 2014 Salı
Üzgünüm, Kızgınım: Berkin Elvan'ı Siz Öldürdünüz...
Bu sabah, saati öğrenmek için telefonu eline alan eşim birkaç saniye sonra galiba Berkin Elvan ölmüş, dedi.
İçim cız etti. Belki anne olduğum için, belki içerde oğlum uyuduğu için, belki Gezi Parkı olaylarını günlerce yemekten içmekten kesilip izlediğim için, belki Berkin Elvan'ı daha ilk günden itibaren bildiğim için, belki de vicdanım olduğu için.
Gerçek olan şu ki, hakkın, hukukun, yargının, yasaların, kanunların rezilliğinin çıktığı bir ülkede, polisi kendi koruması gibi kullanan, kullandığı yetmezmiş gibi aklına esen emirleri uygulatan, eğitimsiz polisleri sokağa salan bir yönetim var. Bir gaz kapsülünün birinin başına atılması ne demek? Onun grup içinde bile olmayan ekmek almaya giden bir çocuğun üzerine atılması ne demek? Bu polislerin ellerinde tabanca, su sıkar gibi oraya buraya zevkine gaz fişeği atması ne demek?
O annenin, babanın, kardeşlerin 270 gündür hayatları hastanede geçti. O çocuk 270 gündür can savaşı veriyor yazık değil mi? Suriye'deki çocuklara ağlarken bu çocuğa, yanlışlıkla vurduğunuz bu çocuğa niye sahip çıkmak yerine, ona sahip çıkanlara hala şu anda gaz fişeği ve tomayla cevap veriyorsunuz?
Bir gerçek var, bir çocuk bu ülkeyi yönetenler tarafından öldü. (Aslında bir değil tam 8 genç öldü-rüldü) Bu ölümlerin hesabını sormak için, bu ölümleri anmak için insanlar biraraya geliyor ve her defasında bu insanların gözlerinin içine bile bakamayacak durumda olması gereken polisler, emirler gereği bu ölüyü anmak için toplananlara bile gaz ve su atıyor. Neden? Nerede görülmüş böyle birşey? Nedir bu? Neyi çekemiyorsunuz?
Hırsız, katil derken başka sıfatların daha ortaya çıkmadan çek git, defol. Bırak gençlerin, çocukların, kadınların yakasını. Yeter artık!
23 Şubat 2014 Pazar
Evlilikte Mutluluk
Eşin işyerinde terfi alınca haftada üç kez bunu kutluyor musun?
Çocuk mu mutlu evlilik mi?
Karı-koca ortak hobiniz var mı?
Gülerek mi tartışıyorsunuz gözlerinizi çevirerek mi?
Üniversite mezunu musun?
Her gün kocan/karın için ne yapıyorsun?
İşte mutlu evliliğin kimyası bu linkte...
31 Ocak 2014 Cuma
Kitap Okumayı Çok Özlemişim
Son iki buçuk yıldır hayatıma giren küçük insan herşeyime sahip olduğu gibi, kitap okuma özgürlüğümü de elimden almıştı.
Hatta son üç sene diyebilirim; çünkü doğuma hazırlık kitapları, bebek bakım kitapları, çocuğu uyutma taktikleri türünden bilgi veren kitaplar kendim için seçtiklerim sayılmaz.
Uzun Noel tatili için kütüphaneden bir kitap ödünç aldım, kapağı ve adı hoşuma gitmişti. Üç haftada sadece iki sayfa okuyabildim. Önce vaktim olmadı diye düşündüm, tabii bir de baştan insanı bağlaması gerekmeli dar vakitte okunacak kitapların.
Elif Şafak'ın Süt isimli romanını satın almıştım geçen senelerde okurum diye. Ancak yarısına gelebildim, sonra fırsat bulamadım ya da bulduğum fırsatları daha başka şeyler yapmak için değerlendirdim. O da beni pek sarmamıştı yani. Halbuki Aşk romanı öyle miydi? O daha en başından bağlamıştı beni.
Neyse, üç hafta dolunca kütüphaneye geri verdim. Amacım kendime başka bir kitap seçmekti. Bir yandan yanımdan kaçıp giden oğlumu gözetliyor, dur - gel diyordum, bir yandan da rafta özenle dizilmiş romanlara göz gezdiriyordum. Okumak kadar olduğu kadar seçmek için de vaktim kısıtlıydı.
Sonunda The Mummyfesto isimli kitap gözlerimle buluştu. Kapağı hoşuma gitmişti, arkasını çevirip özetine baktım: Üç annenin hikayesi, parti kurup politikaya atılmaları derken İngiltere'de geçen ve fantastik olmadığı apaçık görülen kitabı alıp denemeye karar verdim.
İlk gece başladım, yatağa girip uykudan önceki son yarım saatimi twitlere, facebookta kim ne demişlere ayırmadan telefonu uçak moduna alıp başucuma koydum. Kitabı elime aldım. İlk hikaye Sam'indi. O bölümü bitirdim ve uyudum. İkinci gece aynı şekilde telefonu kapattım ve ikinci hikaye Jackie'ye başladım. O gece üçüncü kahraman Anna'yı da okudum. Kitap beni sarmıştı.
O hafta her gece yatağa gidip 1 saat kitap okudum. Kitabın yarısını geçmiştim ilk hafta bitiminde. Hatta bazen yanıma alıyor, oğlum arabada uyuyakaldıysa ben de fırsat bu fırsat diyerek kitabı okuyordum. Oğlumun öğle uykuları esnasında da yanına kıvrılıp, battaniyenin altına girip okumaya başladım. Bazı yerlerinde sesli gülüyor, bazı yerlerinde hüngür hüngür ağlıyorum. Şimdi sonlarındayım, bu kez de bitmesin diye yavaş okuyorum. Teslim etmeme birkaç gün kaldı.
Hayatta bazı kitapları böyle soluksuz okumuşumdur; mesela Yüzüklerin Efendisi'ni. Hem de Hobit dahil tüm seriyi. Kanatsız Kuşlar (Birds without wings) - Louis de Bernieres hem de İngilizcesini bir çırpıda okumuştum. Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi'nin de İngilizce çevirisini okudum. Havaalanından satın almıştım Türkiye'ye giderken ve dönerken bitmişti. The Mummyfesto da onların arasına girdi.
Aynı yazarın farklı kitaplarını deniyorum, hayal kırıklığı oluyor tıpkı Orhan Pamuk, Elif Şafak örneğindeki gibi. O nedenle The Mummyfesto'nun yazarı Linda Green'in diğer kitaplarını okumaya yeltenmeyeceğim. Ben bunu sevdim, onu bu kitapla hatırlayayım.
Bir de Youtube videosu buldum Hebden Bridge'de geçen kitabı anlatan;
Hatta son üç sene diyebilirim; çünkü doğuma hazırlık kitapları, bebek bakım kitapları, çocuğu uyutma taktikleri türünden bilgi veren kitaplar kendim için seçtiklerim sayılmaz.
Uzun Noel tatili için kütüphaneden bir kitap ödünç aldım, kapağı ve adı hoşuma gitmişti. Üç haftada sadece iki sayfa okuyabildim. Önce vaktim olmadı diye düşündüm, tabii bir de baştan insanı bağlaması gerekmeli dar vakitte okunacak kitapların.
Elif Şafak'ın Süt isimli romanını satın almıştım geçen senelerde okurum diye. Ancak yarısına gelebildim, sonra fırsat bulamadım ya da bulduğum fırsatları daha başka şeyler yapmak için değerlendirdim. O da beni pek sarmamıştı yani. Halbuki Aşk romanı öyle miydi? O daha en başından bağlamıştı beni.
Neyse, üç hafta dolunca kütüphaneye geri verdim. Amacım kendime başka bir kitap seçmekti. Bir yandan yanımdan kaçıp giden oğlumu gözetliyor, dur - gel diyordum, bir yandan da rafta özenle dizilmiş romanlara göz gezdiriyordum. Okumak kadar olduğu kadar seçmek için de vaktim kısıtlıydı.
Sonunda The Mummyfesto isimli kitap gözlerimle buluştu. Kapağı hoşuma gitmişti, arkasını çevirip özetine baktım: Üç annenin hikayesi, parti kurup politikaya atılmaları derken İngiltere'de geçen ve fantastik olmadığı apaçık görülen kitabı alıp denemeye karar verdim.
İlk gece başladım, yatağa girip uykudan önceki son yarım saatimi twitlere, facebookta kim ne demişlere ayırmadan telefonu uçak moduna alıp başucuma koydum. Kitabı elime aldım. İlk hikaye Sam'indi. O bölümü bitirdim ve uyudum. İkinci gece aynı şekilde telefonu kapattım ve ikinci hikaye Jackie'ye başladım. O gece üçüncü kahraman Anna'yı da okudum. Kitap beni sarmıştı.
O hafta her gece yatağa gidip 1 saat kitap okudum. Kitabın yarısını geçmiştim ilk hafta bitiminde. Hatta bazen yanıma alıyor, oğlum arabada uyuyakaldıysa ben de fırsat bu fırsat diyerek kitabı okuyordum. Oğlumun öğle uykuları esnasında da yanına kıvrılıp, battaniyenin altına girip okumaya başladım. Bazı yerlerinde sesli gülüyor, bazı yerlerinde hüngür hüngür ağlıyorum. Şimdi sonlarındayım, bu kez de bitmesin diye yavaş okuyorum. Teslim etmeme birkaç gün kaldı.
Hayatta bazı kitapları böyle soluksuz okumuşumdur; mesela Yüzüklerin Efendisi'ni. Hem de Hobit dahil tüm seriyi. Kanatsız Kuşlar (Birds without wings) - Louis de Bernieres hem de İngilizcesini bir çırpıda okumuştum. Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi'nin de İngilizce çevirisini okudum. Havaalanından satın almıştım Türkiye'ye giderken ve dönerken bitmişti. The Mummyfesto da onların arasına girdi.
Aynı yazarın farklı kitaplarını deniyorum, hayal kırıklığı oluyor tıpkı Orhan Pamuk, Elif Şafak örneğindeki gibi. O nedenle The Mummyfesto'nun yazarı Linda Green'in diğer kitaplarını okumaya yeltenmeyeceğim. Ben bunu sevdim, onu bu kitapla hatırlayayım.
Bir de Youtube videosu buldum Hebden Bridge'de geçen kitabı anlatan;
Etiketler:
E-Politik,
Ingiltere Gunluklerim,
Kadın,
Keyif,
Kitap,
Ordan Burdan
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)