12 Aralık 2013 Perşembe

Sünnetle Ne Kaybedilir?

Gary L. Harryman


Bir bebeğin doğal ve sağlıklı penisi sünnet edildiğinde sonsuza dek ne kaybedilir?
  1. Dartos Fascia adındaki ısıya duyarlı yumuşak kas tabakasının yaklaşık olarak yarısı.
  2. Bağışıklık sisteminin bir parçası olan özelleşmiş Epitelyal Langerhans hücreleri;
  3. İçinde dorsal sinirin uzantıları da olan yaklaşık olarak 75 metre uzunluğunda mikroskobik sinir.
  4. Yavaş hareketleri, sıcaklıklardaki düşük oynamaları, ve yüzeydeki ince farklılıkları hissedebilen, çeşitli tipte 10,000 ile 20,000 arasında özelleşmiş erotojenik sinir uçları.Bu kayıp üst derideki (sünnet derisi) en önemli duyusal alıcılar olan Maysner yuvarlarının da (meissner's corpuscles) binlercesini içerir.
  5. Amacı ve değeri henüz tam olarak anlaşılmamış olan estrojen alıcıları.
  6. Hareketli penis derisinin %50'sinden fazlası; penis başının penisi kurumadan, aşırı sürtünme ve tahrişten, ve keratinleşmeden koruyan çok amaçlı kaplaması. Penis başının keratinleşmesinin zarar verici cinsel sonuçları henüz araştırılmamıştır.
  7. Yumuşak sırtların frenar bantları (the frenar band of soft ridges); insan vücudunda en fazla zevk yaratan bölge. Yoğun olarak sinirlerle bezenmiş olan bu bölgenin kaybedilmesi, geri kalan penisin hassasiyetini normal bir deri tabakasının hassasiyeti ile aynı hale indirir.
  8. Anne sütü ve plazma hücrelerinde de bulunan, bağışıklık antikorlarını, antibakteriyel ve antiviralleri salgılayan, yumuşak mukozanın bağışıklık savunma sistemi.
  9. Lenfatik kanallar; bunların kaybı vücudun bağışıklık sistemi içerisinde lenf akışını olumsuz yönde etkileyebilir.
  10. Frenulum; glansın aşağı kısmında, "V" şekilli, ağ-görünümlü, genelde üst-deri ile birlikte kesilen veya zarar görerek işlev göremez hale gelen çok duyarlı bir yapı.
  11. Feremonları salgılayan iç üstderinin "apokrin bezleri". Feromonların kaybının yol açtığı sonuçlar henüz araştırılmamış olmakla birlikte, olası cinsel eşlere sessiz, görünmeyen, ama güçlü sinyaller yolladığı sanılmaktadır
  12. Penisi nemlendirip kayganlaştıran ectopic sebaceous bezleri.
  13. Gerekli "kayma" mekanizması. Eğer açılır ve düz olarak yayılırsa, ortalama yetişkinin üstderisi 104 santimetrekare yer kaplar.(yaklaşık olarak bir posta kartı kadar) Kendi kendini kayganlaştıran ve hareketli olan bu deri, penise kendi içinde kayma özelliğini kazandırır; bu da vajinayı kurutmadan, yapay kayganlaştırıcılara ihtiyaç duymadan cinsel ilişkiyi sağlar.
  14. Glansın pembe-kırmızı-koyu mor arasındaki rengi. Glans normalde tıpkı dil gibi bir iç organdır.
  15. Penis çevresinin önemli bir kısmı. Gevşek üstderinin penise kazandırdığı önemli bir hacim vardır. Bu da sünnetli penisi,sünnet edilmemiş penise göre oldukça ince yapar
  16. Sünnet sırasında üstderiyi penise bağlayan doku yırtılarak koparıp atıldığı için, sertleşmişpenis uzunluğunun 2.5 cm kadarı da kaybolur. Bu paylaşılan zar, üst deri ve glansı penis gelişirken sıkıca birbirine bağlar. Onu koparmak glansa zarar verir; ham, enfeksiyona, sürtünmelere ve tahrişe açık hale getirir. Bu durum penisin büzülüp ufalmasına neden olur.
  17. Frenular atardamar ve dorsal atardamarı da içeren metrelerce uzunluğunda damar. Bu yoğun kan dolaşımının kesilmesi, penisin gövdesine ve glansına yeterli kan akışını sınırlar, bu da açık bir şekilde penisin doğal işlevine ve gelişimine zarar verir.
  18. Her yıl pek çok erkek kötü operasyonlarda ve enfeksiyonlarda penislerini kaybederler. Bazı durumlarda bu da yapay olarak hormon vs, ile cinsiyetin değiştirilmesine yol açar ve erkekler kadın olarak yaşamaya zorlanırlar.
  19. Her yıl pek çok erkek tıbben gereksiz sünnet operasyonlarında hayatlarını kaybederler. Bu ölümler milyar dolarlık sünnetendüstrisi tarafından saklanır.
  20. Henüz bilimsel olarak kanıtlanmamasına rağmen, penis ile vajinanın mukozal dokusu arasında gerçekleşen elektrik transferi orgazmın oluşumuna yardım eder. Sünnet ile erkekteki mukozal tabakanın kaybedilmesi, bunu engeller.

10 Aralık 2013 Salı

Pirincin halleri

From Food Standards Agency

It's true that you could get food poisoning from eating reheated rice. But it's not actually the reheating that's the problem – it's the way the rice has been stored before reheating.

Uncooked rice can contain spores of Bacillus cereus, bacteria that can cause food poisoning. When the rice is cooked, the spores can survive. Then, if the rice is left standing at room temperature, the spores will germinate into bacteria. These bacteria will multiply and may produce toxins (poisons) that cause vomiting or diarrhoea. Reheating the rice won't get rid of these toxins.

So, the longer cooked rice is left at room temperature, the more likely it is that bacteria, or the toxins they produce, could stop the rice being safe to eat.

It's best to serve rice when it has just been cooked. If that isn't possible, cool the rice as quickly as possible (ideally within one hour) and keep it in the fridge for no more than one day until reheating.

Remember that when you reheat any food, you should always check that it's piping hot all the way through, and avoid reheating more than once.

3 Kasım 2013 Pazar

Ha Gayret!

Bugün lavaboyu temizlerken birden bu şarkı başladı. Ha gayret güzelim, gayret... Biter elbet bu yağmur sabret... Düş Sokağı Sakinleri'nin bu şarkısı bizim şimdiki kocamla aşık olduğumuz zamanın müzikleriydi. Elele tutuşur, bunları dinlerdik üniversitedeyken. Bazen o gitarla çalardı, beraber söylerdik. Epeydir dinlememiş olduğumdan elbette biraz garipsedim, gülümsedim. Sonra lavabonun kenarındaki traş köpüğü artıklarını silerken düşündüm:

İnsan aşık olduğu gün, hafta, ay bunları düşünmüyor. İlerde aynı evde yaşarsak arkasından çoraplarını toplayacağı, tuvalet kapağını kapatacağı, kirli donları makineye atacağını falan aklına getirmiyor. Getirse ne olacak? Sanırım o ilişki başlamadan bitecek. Ya da getirse bile o an o aşk herşeyin üstünde olduğundan bunları yapmak mutluluk verecek diyor.

15 yıllık ilişki (7'si evliyken) aşkı unutturuyor mu ne? Nasıl olsa birlikteyiz, akşamları aynı sofrada yemek yiyoruz, aynı yatakta uyuyoruz diye aşk-lı günler geri plana atılıp çocuk, iş, bazen sosyal medya veya tv herşeyin önüne mi geçiyor? Ne giymiş, traş olmuş mu, ruj sürmüş mü, rüyasında ne görmüş diye sormaya fırsat kalıyor mu? Nasıl olsa beraberiz, aşk olmasa da olur devri mi?

Bunları böyle yazdığıma bakma, bazen ilişkimizdeki odun ben oluyorum. O da benim saçlarımı küvetten topluyor, yemek hazırlıyor, bulaşık makinesinin filtresini temizliyor.

Sanırım eski şarkıları daha sık dinlemeli.

Düş Sokağı Sakinleri'nden başka güzel bir mısra...
Hüzün kovan kuşu gelmiş
Gecenin yanağına konuvermiş
Ay tenli aşık şarkıma karşılık vermiş...

13 Ekim 2013 Pazar

İngiltere'de Doğum

Türkiye'de parası olan, biraz da özgür ruhlu olan, çocuğunun ve belki de kendi geleceğini düşünen doğum yapmak için Amerika'ya gidiyor. Çekilişsiz, kurasız, hesapsız ve sorgusuz yeşil kart için elbet de...

Ben 5 senedir yaşadığım, çalıştığım ülke olduğundan İngiltere'de doğum yapmak durumunda kaldım. Oğlum otomatikman İngiliz vatandaşı olmadı. Amerika'daki gibi bir durum yok. Fakat, eğer oturma iznin varsa, bana kalırsa şanslısın. Türkiye'deki gibi doktora çok paralar harcamayacağından...

İngiltere'de Sağlık

İngiltere'de sağlık hizmeti ücretsiz. Herkes bir sağlık ocağına kayıtlı ve hastalandı mı ilk oraya gitmek zorunda. Orası uygun görürse devlet hastanesine sevk edebilir ya da özel sağlık sigortan varsa özel hastaneye sevk edebilir. Yani zengin de olsan fakir de ilk gideceğin yer sağlık ocağı. Tabii kraliyet ailesi için durum farklı olabilir :) İlaçlar kimine ücretli kimine ücretsiz, neyse konumuz bu değil. Hamile kalınca neler oluyor bilmek ister misin? Öncelikle koca Londra'da özel hastanede doğum yapmak istersen, sadece 1 tane hastane var ve midwife denilen ebe kontrolünde normal doğum için 9 bin GBP gibi bir ücret ödemen gerekiyor.

İngiltere'de Hamilelik

Bebek düşünüyoruz diye sağlık ocağı doktoruna gidince doktor sana türlü türlü testler önermiyor. En fazla başarılar dileyip diğer hastaya geçiyor. Bir sene çocuk yapamazsan ne olur bilmiyorum; ama kendi imkanınla hamile kalıp eczaneden aldığın testte pozitifi görünce doktorun kapısını çalıyorsun. Birkaç form doldurup 10. haftaya randevu veriyor. Hem tebrik ediyor hem de ilk 3 ay düşük riski vardır, kendinizi herşeye hazırlayın diyor. Kısacası ne kontrol, ne muayene, ne ultrason. Doğanın ellerinde teslim ediyor. Doğumu özel hastanede yapacak olsan dahi 12. haftadan önce hasta kabul etmiyor... İyi mi kötü mü? Göreceli... Özel ultrason kliniklerine gidip, kendin bakabilirsin o ayrı.

10. haftaya dek kendi çabanla sağ salim gelmişsen ne mutlu! Hemen aile geçmişinden, kişiliğine, eşinle durumundan, hastalıklarına kadar detaylı birçok form dolduruluyor. Sonra kan alınıyor tahlil için. Ultrason hala yok. Bilgilerin yazılı olduğu kocaman bir dosya eline tutuşturuluyor her doktor kontrolünde yanında bulunması gereken. Bir de hamilelik ve doğumla ilgili ansiklopedimsi kitap veriliyor; merak ettiğini aç, oku diye. Birkaç gün içinde eve mektuplar geliyor, biri hamile olduğuna dair bir kart. Bir sene boyunca ücretsiz sağlık hizmeti (ilaç, dişçi, vs) alabiliyorsun. Bir mektupta hastanede ayarlanmış detaylı bir ultrason (Down sendromu için testleri de içeriyor) tarihi geliyor. Hemen hemen 12-13. haftana denk geliyor ultrason günü.

Peki işler 10. haftaya dek iyi gitmezse, kanama falan olursa ne oluyor? Önce doktora gidiyorsun, o seni eğer uygun görürse hastaneye sevk ediyor. Hastanede ultrasona ve muayeneye giriyorsun. Bebeğin kalbi atmıyorsa veya düşük oluyorsa, gene işler doğaya dönüş. Bir süre beklemeni, düşüğün mümkünse evde doğal yolla olmasını öneriyorlar. Tabii bekleme süresine veya hastanın tercihine göre gerekirse hastanede kürtaj işlemi gerçekleşiyor. Neyse... Biz sağlıklı hamileliğe dönelim...

12-13 haftalık ultrason, genelde İngiltere'nin önemli araştırma hastanelerinden birinde yapılıyor. Yaklaşık yarım saat muayene ve tahkikler ardından, bebeği de ilk kez ultrasonda gördükten sonra test sonuçları eline veriliyor. Down sendromu riskine göre istenirse ilerki tahkikler yapılıyor. İstenmezse 20. hafta için ikinci bir ultrason daha ayarlanıyor.

Bundan sonra, sağlık ocağında midwife denilen ebe ile, ilk bebeğinse 2-3 hafta aralıklarla kontrol var. Kontrol de; sen soru soruyorsun mesela midem bulanıyor ne yesem gibi, o cevaplıyor. Ne ultrason ne kan tahlili, sadece muhabbet. İkinci ve sonraki bebeklerdeyse neredeyse ayda bir kontrol var. Bu arada o midwife-lar da her kontrolde değişebiliyor.

20. hafta civarında bebek sağlam mı diye ikinci bir detaylı ultrason oluyor. Sonrasında doğuma dek ultrason yok, yani bebeği artık doğum yapınca görüyorsun. Tabii özel kliniklere gidip 100 küsür GBP ödeyerek 3D, 4D ultrason yaptırabilirsin kendi çabalarınla.

24. hafta civarında demir eksikliği için kan tahlili yapılıyor ve gereken neyse uygulanıyor. Sonrasında göbek büyümeye başladığından midwife mezura ile karnını ölçüyor, bebeğin kalp atışlarını doppler denilen aletle dinliyor. 36. haftaya dek bu şekilde kontroller devam ediyor. Tabii bir terslik olunca gene sağlık ocağı doktorlarına gidiyorsun, ilaç gerekiyorsa reçete yazılıyor, dişçiye gidiyorsun. Tümü hamileye ücretsiz.

36. hafta sonrasında midwife kontrolleri sıklaşıyor; göbek ölçme ve kalp atışı dinleme yanında bebeğin yönü, doğum kilosu tahmini gibi muhabbetleri de içeriyor. Genelde 42. haftaya dek kontroller her hafta devam ediyor. 40. haftadan itibaren el yardımıyla açılma olup olmadığı veya açılma olsun diye muayene ediliyor.

Anladığın gibi doğumun normal olması için gerekenler bir bir yapılıyor. Tabii sağlık durumundan dolayı normal doğum yapamayacaklara 39 veya 40. hafta civarı hastaneye gidip sezaryene alınmaları için gün veriliyor. Şeker hastalarına 36. haftada hastane yolu görünebiliyor.

Gerisi doğum süreci... Tık tık...

23 Ağustos 2013 Cuma

Genç Anneler!

Bugün bir topluma taşıma aracında bebek pusetlerinin başında 20'lerinin başında iki anne vardı. İngiltere'de teenage mum olayı yaygındır; 20 yaş civarı hatta altındakileri kapsar. Gördüklerim baştan ayağa birer moda ikonası şeklindeydiler! Saçlar yapılı, makyajlı, takılar, tırnaklar uzun, pedikür ve manikür yapılmış. Birinin bebeği uyuyor, diğerininki ağlıyordu. Birbirleriyle muhabbet etmekten ağlayan bebeğe bakmadılar bile. Zaten o an dikkatimi çektiler ve baştan ayağa incelemeye başladım.

Sonra kendimle karşılaştırdım. Değil mani-pedi, oğlum doğduğundan beri tırnaklarımı uzattığım görülmedi. Oje sürmüşsem de ayda yılda bir kez. Takı takmaya son birkaç aydır başladım, ufaklık kucaktan inip yürümeye geçtiğinden beri. Oğlum ağladığı an hep yanında bittim ne ihtiyacı var diye. Tabii bu kıyaslama 30'larında anne olan ben ile 20'leri başında anne olan karşılaştırması. Kimine göre doğru olabilir kendi hayatını yaşamaya devam etmek; ama ben biraz oğlumun kaliteli insan olması için onun bir süreliğine kölesi olmayı seçtim.

Yanımda oturmak istediği için ani frenle düşmesin diye bir elim oğlumun bacakları üzerindeydi. Sonra arkadaki sıralardan 3 yaşlarında iki kız çocuğu koşturup önümüzde bittiler. Ayakta durup birbirlerine tutunuyorlardı düşmemek için. Anneleri de gelecek diye beklerken, orda 20'lik anne dediklerimle konuştular. Meğer bebeklere ilave birer de büyük kızları varmış. Biri suluğunu aldı annesinden, diğeri gazlı meyve sularından birini. Kızlar koşturup arka sıraya oturdular gene. Anneleri muhabbetlerini bölmedi gene.

İneceğimiz durağa gelince Alaz'ı koltuğun yanına indirip sıkıca tutunmasını tembihledim. Bebek arabasını bir elimle tutup diğer elimle de oğluma destek oldum. Sonra indik.

Farkı görebildiniz umarım. Belki ağır bir eleştiri olacak; ama en azından 20'li yaşların ikinci yarısına dek çocuk yapılmamalı! Hem henüz genç kız olan anneler, anne olmadan doyasıya gezsin, eğlensin, süslensin, püslensin hem de anne olduktan sonra çocuklarına gerekli ilgiyi göstersin, ne yedirip içirdiğine dikkat etsin. Haksız mıyım?

13 Ağustos 2013 Salı

Ayşe Arman Çocuk İstismarlarını Yazıyor!


Ve okudukça insanın aklını kaçırası geliyor. Hele de kendi evinizde gözünün içine baktığınız, azıcık bir yeri incinse koşup kucakladığınız, savunmasız, küçücük, masum bir çocuk varsa.

İnsan, bazı insanların nasıl canavarlaştığına akıl sır erdiremiyor. Ne içiyorsun, ne kokluyorsun da bunu yapabiliyorsun diyorsun. Ben de içtim, sarhoş olup kustum, sızdım; ama utanacağım, suç olan hiçbir şey yapmadım. O nedenle kimse ilacın, içkinin arkasına sığınmasın açıklamasında. Keza saklansa ne olur? Başbakana laf eden hapiste, çocuğuna oral seks yaptıran evinde hala o psikolojisi kimbilir ne halde olan çocuğuyla birlikte!...

Ne yaparız? Nasıl yaparız? Kendimizi korumayı geçtim, çocuklarımızı korumak için neler yapabiliriz. Onlara neler öğretebiliriz? Vücutlarına biri dokunduğu an gel, bana söyle mi demeliyiz? Sürekli zehir hafiye gibi baba-kız/oğul başbaşa kalmalarını mı takip etmeliyiz? Kimseyle bir yere göndermemeli miyiz? Ne yapmalıyız da bu akıl almaz canilikleri engellemeliyiz?

İngiltere'ye ilk geldiğimde, parkta gördüğüm bana gülen sevimli çocuklara ilgi gösteriyordum. Bazen oyuncaklarını veriyorlardı elime. Eşim sürekli uyarıyordu beni. Burada yanlış algılanır dikkat et diye. Çocuk oyun parklarına yanında çocuk olmadan bir yetişkinin girmesi yasak mesela. Türkiye'de olsam ben bunu kucaklar severdim ne soğuk bu İngilizler diyordum. Zamanla ben de alıştım onlara saygı göstermeye bir çocuk, bebek dahi olsa. Zaten kendi çocuğum olunca, Türkiye ziyaretlerimizde yoldan geçenlerin bile oğlumun yanağından makas alması beni rahatsız ediyordu. Çocuk istismarı açısından düşünmedim hiç, ben hijyen açısından rahatsızdım. Kimbilir o el nerelere değdi? En son ne zaman elini yıkadı? türünden endişelerdi benim hissettiklerim. Biraz daha büyüyünce yürümeye, koşmaya, benden uzaklaşıp oyuna dalmaya başlayınca ya biri kaçırırsa demeye başladım. Hala da sürüyor ve sürecek. Cinsel istismar şu ana dek aklımın ucundan geçmedi; çünkü genelde bizimle birlikte ya da kreşte. Bir geceyi bile ayrı geçirmiş değiliz kendisiyle. Ama yeri gelecek olacak ve o zaman paranoya başlayacak!

Ayşe Arman yazıları için:
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24496232.asp

Aynı zamanda İngiltere'de...

Change.org duymuşsunuzdur. İngiltere'de bu imza kampanyası, mahkeme tarafından serbest bırakılan çocuk istismarcısı için 3 günde 45bin imza toplanmasını sağladı. Böylece birçok önemli gazetenin manşetine ve ana habere çıktı. Dahası başbakan Cameron desteklediğini açıkladı ve mahkeme dava sonucunu inceleme kararı aldı. Üstelik sadece çocuk istismarı davalarına bakacak uzmanlara da yer verilen özel bir heyet kurulması konuşuluyor.
Aşağıdaki link imza kampanyasının linki;
https://www.change.org/en-GB/petitions/crown-prosecution-service-cpsuk-take-action-over-sexual-predator-court-comments?utm_source=action_alert&utm_medium=email&utm_campaign=30952&alert_id=zTibYKefvZ_fKjbXTJOer

8 Ağustos 2013 Perşembe

Neden Beyaz Şort?

Londra'da olması gerektiği gibi bir yaz mevsimi yaşıyoruz son bir aydır. Sadece Türkiye'deki tatillerde giydiğim yazlık elbiseler, şortlar, askılı bluzlar, sandaletler ortaya çıktı. Üç sene önce çok severek, iyi de para ödeyerek satın aldığım beyaz şortum da.


İlk senemizde özene bezene giydim. Hem yeniydi; hem kirlenmesin, lekesi çıkmaz diye öyle olur olmaz her yerde giymedim. Zaten hava şartları da ancak birkaç kez giymeme izin verdi.

İkinci yazımızın başında karnım burnumda hamileydim, içine girmem imkansızdı. Keza doğumdan sonraki birkaç ay da. O nedenle kaldırıldığı kutusundan hiç çıkmadı bile 2011 yazında.

Üçüncü yılımızda ortaya çıkardım. Çok şükür içine girebiliyordum; ama hava şartları el vermedi. Askıda asılı kaldı birkaç ay, sonra da tekrar kutusuna geri döndü.

2013 yazı, tam şort giyme yazı olduğundan, oğlumun doğumgününde St James Park'ta ailecek piknik yapalım dedik. Onun hatırına giydim şortumu. Evden çıkıp 10 dakika uzaklıktaki tren istasyonuna vardık. Gelmesine birkaç dakika var diye, treni beklerken oğlumu bebek arabasından indirmiştim. Sonra birden kucağıma gelmek istedi, haliyle aldım. Ayağındaki ayakkabılarıyla bacaklarıma, belime sarıldı. İyice kendini yerleştirdi ayak hareketleriyle kucağıma. Tren geldi, bebek arabasına oturtmak üzereyken bir baktım beyaz şortum kahverengi toz lekeler içinde. Ne kadar silkelesem faydasız. Evden çıkalı 15 dakika olmadan, henüz buluşma noktasına varamadan üstüm başım kirlenmişti. Epey bir söylendim kendi kendime. Yedek kıyafet de almadığımdan, öyle kirli şortla gezdim Londra sokaklarında gün boyu.

Bu da bana ders oldu, epeydir beyaz bluz giymiyordum 2 yaş bebesinden ötürü, neden hala beyaz şort giymemeliymişim onu da anladım!

Resim: http://www.flickr.com/photos/foxybelle/

12 Haziran 2013 Çarşamba

NEDEN Gezi Parkı Direnişi?



Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
12 Haziran 2013 Çarşamba
Taksim Erdoğan’ı Nasıl Yener?
Ümit Özdağ tarafından yazıldı.

Başbakan Erdoğan’ın Taksim Gezi Parkından başlayıp, Ankara ve İstanbul’a sıçrayan gençlik muhalefetinin kolaylıkla kabul edilebilecek taleplerini kabul etmeyerek olayları uluslar arası medyanın ana gündem maddesi haline getirecek ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin uyarısına uzanacak kadar geliştirmesi 2014 seçim stratejisinin belkemiğini oluşturmaktadır. Bu strateji AKP tarafından daha önce Anayasa referandumu sırasında uygulanmış ve AKP % 42 civarında başladığı anayasaya destek oranını % 58’e kadar taşımıştır. Bu stratejinin özünde keskin toplumsal ayrışma üreterek, bloklaştırma ve saflaştırma vardır. Erdoğan’ın %50-%50 vurgusu, bu stratejinin sahaya yansımasıdır. Kendi % 50’si olarak gördüğü grubu konsolide ederek, diğer % 50 ile arasına baraj örmektir. Bazı çevreler, Başbakan Erdoğan’ın kibir ile hareket ettiğini, ne yaptığını bilmediğini ileri sürmektedirler. Oysa Erdoğan çok başarılı bir siyasi taktisyendir ve politikaya duygularını karıştırmaz. Başbakan Erdoğan başarı dışında hemen hemen hiçbir ölçü tanımadan sonuca odaklı bir siyaseti etkileyici bir şekilde sürdürmektedir.

Türkiye 2014 seçimlerine ilerlerken, AKP’nin önünde oyunu kemiren üç temel sorun bulunmaktadır. Bunlar sırası ile 1)PKK ile yürüyen müzakere, mütareke ve kirli pazarlık süreci, 2)İflas eden ve Reyhanlı gibi Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamına neden olan bir saldırı ile ülkemizin karşı karşıya kalmasına neden olan Suriye politikasının başarısızlığı, 3)IMF’ye borcumuzu ödedik nakaratının arkasındaki dış borçlarımızın 2002’de 130 milyar dolar iken 2012’de 337 milyar dolar’a çıkmış olması gerçeği ve kırılgan bir buz üzerinde yürüyen bir borsa.

2014 yaklaşırken, Erdoğan seçmene yönelik yeni bir stratejik algı yönetimi kampanyası başlatmıştır.Asıl sorunlar seçmenin dikkatinden kaçırılacak, yeni bir gündem oluşturulacak, daha kolay manipüle edilebilecek bir sorun üzerinden seçmen bloklaşması sağlanacaktır. Erdoğan için İstanbul, Ankara ve İzmir’de orta ve orta üst gelir gruplarının ve özellikle bu grupların genç çocuklarının belkemiğini oluşturduğu kentli bir muhalefetin seçim sonuçlarını belirlemek açısından büyük bir tehdit oluşturması söz konusu değildir.Üstelik, böyle bir muhalefet hareketi, Erdoğan’ın gerçek oy zeminini oluşturan ve sadece devlet kaynaklarından son 10 yılda 27 milyon kişinin ekonomik yardım bağımlısı yapıldığı (belediyelerin ve özel şirketlerin yaptığı yardım bu sayının dışındadır) taşralı, muhafazakar, alt ve alt orta gelir grupları nezlinde çok kolay karalanabilecek, ötekileştirilecek hatta şeytanlaştırılabilecek bir yapı taşımaktadır. Böylece, taşralı, muhafazakar, alt ve alt orta gelir gruplarında kısacası Anadolu insanında PKK ile sürdürülen kirli barış sürecinden dolayı “ülke bölünüyor mu?” endişesinin ve “Bu hükümet de Suriye konusunda yanlış yaptı” ve “Reyhanlı’da katliama neden oldu” düşüncesinin yerini çok hızlı bir şekilde “Vay şerefsizler, ayakkabıları ile camiye girmişler ve bira içmişler” tepkisi almaktadır.

Erdoğan Taksim muhalefetinin kendisine yeni bir gündem oluşturma ve manipule etme fırsatını verdiğini anladığı andan itibaren stratejisi tırmandırma, radikalleştirme ve ötekileştirme stratejisi üzerine kurmuştur. Bir bölümü devlet güdümünde olduğu bilinen, radikal sol örgütlerin ve “profesyonel devrimci” kadrolarının Taksim’e damga vurmaları teşvik edilmiş, önü açılmıştır. Öyle ki, Başbakan Erdoğan grup toplantısında AKM’nin üzerinde günlerce asılı duran Marksist-Leninist örgüt pankartlarından bahsederken, “Devlet binasında bu pankartlar nasıl asılı kalır?” sorusunun cevabı aslında sorunun içinde gizlidir. AKM devlet binası olduğu için örgütler tarafından yasa dışı, toplumun genelinde tepki ile karşılanan ve Taksim gösterilerini temsil etmeyen pankartlar asılabilmiştir. 

Diyarbakır’da Öcalan’ın başı ağrıdığı için gösteriler düzenleyen PKK ise Güneydoğu Anadolu’da hiçbir eylem yapmaz iken müzakere ortağının elini güçlendirmek için Öcalan posterleri ile zaman zaman kendisini televizyon kanallarına göstermiştir. AKP Hükümeti de Güneydoğu Anadolu’da olay çıkmayacağının güvencesini almanın vermiş olduğu rahatlıkla Diyarbakır ve Van’daki TOMA’ları İstanbul ve Ankara’ya kaydırmış durumdadır.Taksim’i Erzurum’da, Nevşehir’de, Kütahya’da televizyonlardan sansürlü olarak seyreden, hafızasında Gezi Parkındaki barışçıl tutumdan, çadır-mescitten ve anti kapitalist Müslümanlardan çok Marksist grupların vandalizmi kalan vatandaş, Erdoğan’ın “camide bira içtiler” söyleminin peşinden gitmeye çok daha yatkın olmaktadır. Üstelik, Taksim göstericilerinin elindeki tek iletişim ve propaganda aracı twitter iken Başbakan Erdoğan’ın arkasında gönüllü ve gönülsüz dev bir medya karteli olduğu unutulmamalıdır. Twitterın dar alanda kaldığı, diğer alanda hükümetin nerede ise rakipsiz bir algı yönetimi stratejisi izlediği ortadadır.

Gençlik muhalefeti dar bir coğrafi alana sıkışırken, hükümet ise bütün Türkiye’de propaganda çalışmalarını sürdürmenin üstünlüğünü yaşamaktadır. Buna itiraz “Tahrir’de dar bir alandı” şeklinde olabilir. Ancak Tahrir’de Müslüman Kardeşlerin stratejik aklı temsil edilirken, vücudu bütün Mısır’a yayılmış durumdaydı. Oysa, Türkiye’de muhalefet, İstanbul’da Taksim, Beşiktaş, Bağdat Caddesi, Ankara’da Kızılay, Kuğulu Park, Dikmen üçgeni ve İzmir’de Gündoğdu Meydanına sıkışmıştır. Adana, Kayseri gibi şehirlerdeki muhalefet ise kısa soluklu olmuştur. 

Bütün bunların dışında tarafların hedefleri ve stratejileri arasında da bir dengesizlik vardır. Erdoğan’ın ulaşmak istediği hedef ve bunun için uyguladığı strateji açıktır. Bu hedef ve strateji konusunda parti içinde bir tartışmaya izin yoktur. “Lider emreder, kitle takip eder” ilkesi tartışmasız bir şekilde uygulanmaktadır. Taksim’in ise belirgin bir politik hedefinin ve stratejisinin olduğunu söylemek mümkün değildir. Politik mücadeleler de bu çok önemli bir husustur. Kötü bir politik hedefi ve stratejisi olan dahi olmayandan daha avantajlı konumdadır.

Bu noktada Taksim’in Erdoğan’ı nasıl yenebileceği üzerinde durulabilir. Yukarıda sergilenen güçler dengesinden sonra, sanki bir galibiyetin mümkün olmadığı düşüncesi akla gelebilir. Oysa, bu mümkündür. Galibiyete ulaşmanın ön şartları şu şekilde özetlenebilir:

1)Taksim’in gücü sahip olduğu yumuşak güçtür. Bir TOMA’yı Molotof ile yakmanın hiçbir anlamı yoktur ancak TOMA’nın fışkırttığı suya göğsünü açarak direnmek, tekerlekli sandalye ile TOMA’nın karşısına çıkıp suyu yemek, TOMA’nın yenildiği anı temsil etmektedir. Yumuşak gücün sert gücü nasıl etkisizleştirebileceğinin en somut tarihsel örneğini Gandhi Hindistan’da Britanya İmparatorluğunu yenerken sergilemiştir.

2) Taksim’in yumuşak gücü, komünist-marjinal örgütlerin molotof kokteylleri ile kirletildiği ölçüde zayıflamaktadır. Taksim’de barışçıl gösteriler yapanlar, kendileri ile komünist-marjinal örgütler ile aralarına belirgin bir mesafeyi tüm toplumun göreceği bir şekilde ve sert bir tavırla koymak zorundadırlar. Üstelik bu komünist-marjinal örgütlerin bir bölümünün iktidar güçlerine çalıştığı da göz önünde tutulmalıdır. Taksim’de gösterilerinin sembolü tekrar Türk Bayrağı haline gelmelidir. 

3) Taksim'de çok akıllı bir şekilde, Erdoğan’ın Taksim’i din düşmanı göstermesini engellemek için etkili engelleme yapmıştır. Muhafazakar tabanda büyük bir karşılığı olmayan kendilerini anti-kapitalist Müslüman diye tanımlayan grupların gösterilerde yer alması çok önemlidir. Buna rağmen Erdoğan, elindeki en önemli silah olan din siyasetini Taksim olaylarında da kullanmıştır. Taksim, dinin kendisine karşı istismarını engellemek için elinden gelen her şeyi yapmaya devam etmelidir. Bu aynı zamanda iktidarın Anadolu’da kılcal propaganda çizgileri üzerinden sürdürmekte olduğu olayların sorumlusu “Allahsız komünistlerdir” şeklindeki propagandayı etkisizleştirmese bile zayıflatacaktır.

4) Taksim, Erdoğan’ın % 50-%50 tuzağına düşmemelidir. Bloklaşmayı değil, birleşmeyi, ötekileştirmeyi değil, sahiplenmeyi dile getiren bir siyasal söylem ve eylem tarzı gerekmektedir. Demokrasi sadece muhalefete oy verenlere değil, bugün iktidar partisine oy verenlere de lazımdır. Erdoğan’a kızgınlık ne kadar büyük olur ise olsun, eleştiriler, aklın ve ahlakın ürünü olmalıdır. 

5) Taksim’in kazanmasının en önemli şartı, Taksim-Kuğulu Park-Gündoğan Meydanı üçgeninden çıkacak ve barış, milli birlik ve demokrasi talebini tüm Türkiye’ye sürekli-uzun süreli bir şekilde yaymalarına/bu potansiyeli göstermelerine bağlıdır. Aksi halde Taksim, anılan üçgende boğulacaktır.

6)Taksim’in gücü, demokrasi talebinden kaynaklanmaktadır. Demokrasi talebinin politik bir hedef olarak somutlaştırılarak ortaya konulması şarttır. Başbakan Erdoğan’ın otoriter rejim tesis ve Türkiye’nin bölünme sürecinin önündeki en büyük engelin TBMM’deki muhalefetten çok toplumsal muhalefet olduğunun belirginleştiği noktada Taksim bu gücünü çok akıllıca kullanılan bir yumuşak güç olarak kullanmayı başarabilmelidir. Polis ile çatışmak değil, polis ile çatışmamak Taksim’in ana gücünü oluşturmaktır. Kavga çığlıkları değil, barış, milli birlik ve demokrasi talep eden sloganlar Taksim’i güçlü kılmaktadır. Polis gaz atınca geri çekilmek, şehrin mekansal derinliğini stratejik bir derinliğe dönüştürmek, dağılmak ve toplanmak, sonra bitmek tükenmek bilmeyen bir kararlılık ile geri dönmek kaldığı yerden barış, milli birlik ve demokrasi talebini gündeme taşımaya devam etmek gerekmektedir.Ancak talepler somutlaşmadığı sürece bir sonuç alma umudu ortadan kalkacak ve doğal olarak sokaktaki muhalefet eriyecektir. Nitekim, gündüz işinde gücünde olan insanların sonu belirsiz bir süreçte “sabah kalemli gece bayraklı” sokak gösterilerinin içinde olması mümkün değildir. Halk muhalefeti sayısal olarak erirken, meydana gittikçe marjinal gruplar hakim olacaklardır ki, Erdoğan’ın istediği de budur. Bunu aşmanın yolu, Taksim’in taleplerini daraltmak, somutlaştırmaktır.

Taksim gösterilerinin amacı, Türkiye’nin demokratikleştirilmesini ve milli birliği sağlamak değildir, olamaz. Ancak Taksim bu sürece çok önemli bir katkıyı, bir çıkışı temsil edebilir. Bunun için Taksim gösterilerinin somut talepleri Gezi Parkına ne AVM ne de başka bir amaçla bir bina yapılmaması ve AKM’nin yıkılmaması ile sınırlanmalıdır. Somut talep, kitlede ulaşılabilir bir hedef etrafında birleşme ve direnme duygusunu oluşturur. Böyle bir sonucun alınması da kitlelerde bir kazanma, başarıya ulaşma duygusu uyandıracaktır. Yaşanan olaylar ne şekilde sonuçlanır ise sonuçlansın, Türk demokrasisi açısından önemli bir deneyim olmuştur. Halk, en olumsuz şartlar altında dahi gücünün var olduğunun farkına varmıştır. Erdoğan’da baskısının sınırlarının nerede bir taşa çarpacağını öğrenmiştir."

21 Mayıs 2013 Salı

Süper Babaanne, Olur muyum?

Dünyada bazı anneler gerçekten süper kadın. Sabah çocuğunu hazırlayıp okula bırakıyor, işyerine gidiyor. Tüm gün çalıştıktan sonra okuldan çıkan çocuğunu alıp parka götürüyor, belki markete uğruyor. Akşamında elleriyle hazırladığı yemeği yiyorlar ailecek. Çocuğun ödevlerine yardım ediyor, belki banyo yaptırıyor. Sonra yatırıyor ve kendine kalan zamanda evi, mutfağı toparlayıp belki ertesi günün yemeğini hazırlayıp ya da ütü yapıp dizi izliyor. Eşiyle muhabbet ediyor, her akşam güzel resimlerle süslediği blog yazısını hazırlıyor. Gün içinde twitter ve facebook ile güncel medyayı takip ettiği yetmiyormuş gibi gece yatmadan önce de vakit ayırıyor. Sonra saç, cilt bakımını yapıp yatıyor ve sabaha zinde bir şekilde neşeli olarak başlıyor. Hatta bazısının iki veya üç çocuğu var ve tempo aynen devam ediyor. Herşey tıkır tıkır işliyor.


Bunların onda birini bile yapamayan bir anne olarak kıskançlığımı belirtmeliyim. Değil hergün blog yazmayı, bloğa yazacak konuyu düşünmeye bile fırsatım olmuyor bazen. Akşamları tek lüksüm oğlum uyuduktan sonra çay içip dizi (Muhteşem Yüzyıl ve arada bir Yalan Dünya) veya film izlemek. Gündüzleri, henüz tam zamanlı okula başlamamış oğlum, benden on dakika ayrı kalabilirse, ne mutlu bana. Zaten o yanımdayken değil blog yazmak, bilgisayarı açıp ailemle skype üzerinden bile konuşamıyorum.


Aklıma takılan bu her işini kendi yapan mükemmel anneler, günde kaç saat uykuyla mutlu olabiliyorlar? Uyku mu yetmiyor bana... Ya da acaba iş yerinde patrondan gizli mi blog yazıyorlar? İş yerim evim olunca, patron ben oluyorum zaten... Yoksa hergün birileri evi çekip çeviriyor mu arkalarından? Temizlikçilerle anlaşsam iyi olacak... Bana bir itirafta bulunun lütfen! Şu da eksik kaldı, yapamıyorum deyin. Ben de oh be diyeyim :)